2. BÖLÜM ASIRLIK HEDEF: ORTADOĞU'YU BÖLME İHTİRASI


 

Osmanlı henüz yıkılmadan Sykes-Picot gibi anlaşmalarla üzerinde planlar kurulan Ortadoğu'nun parçalanma ve güçsüzleşme planları, yıllar boyunca belki de üzerinde en çok konuşulan, istihbarat teşkilatlarının en fazla kafa yordukları konuların başındaydı. Devlet başkanları stratejilerini buna göre belirler, ülkeler tutumlarını buna göre şekillendirirlerdi. Çünkü yukarıda tarif ettiğimiz Evanjelik inanca göre Hz. İsa (as)'ın çıkışının habercisi olarak kabul edilen Armageddon Savaşı bu topraklar üzerinde gerçekleşecekti. Bunun altyapısı hazırlanmalı ve bu önemli zuhur için ortam buna göre yönlendirilmeliydi.

Evanjeliklerin Amerika'daki siyasi kolunu temsil eden "Yeni Muhafazakarlar"ın (Neocon) bir kısmı, söz konusu Ortadoğu planlarının en büyük şekillendiricisidirler. Takip ettikleri bu politika, kimi zaman yönlendirici olmakta, fakat kimi zaman uluslararası hukuku hiçe sayacak şekle bürünmekte, kimi zaman ise Amerika'nın temel dış politikası ile bile tezat teşkil etmektedir. Buna verilebilecek belki de en etkili örnek Irak Savaşı'dır.

Amerikan başkanlarından Ronald Reagan, Yeni Muhafazakarların bir temsilcisidir ve yaşamı boyunca kıyameti göreceğine inanmıştır. Anti füze savunma sistemine olan ilgisinin de yine kıyamet inancı ile ilgili olduğu iddia edilmiştir. Çünkü Eski Ahit'te geçen Ezekiel 38 ve 39. pasajlara göre kıyamet koptuğu sırada Megiddo Ovası'nda nükleer bir savaş olacaktır. Şiddetli yağmurlarla birlikte kükürt kaynayacak, dağlar düşecek, depremler gerçekleşecektir. Evanjelikler, bunun gerçekleşmesi için bir nükleer patlamanın olması gerektiğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla ortamı buna hazırlamak gerektiğini düşünmüşlerdir. Reagan işte bu amaçla Ortadoğu politikasını şekillendirmiş, hatta Libya'nın bombalanmasının gerekliliğini Eski Ahit'ten sözler göstererek açıklamıştır. Buna göre Libya, ahir zamanda İsrailoğulları'na ihanet edecek ülkelerden biridir. Bu nedenle Reagan, Libya'yı peşinen cezalandırmıştır.3

Yine Yeni Muhafazakarların temsilcilerinden ABD Başkanı George W. Bush da, aynı şekilde kendisinin Allah tarafından görevlendirildiği inancındadır. Nitekim Irak Savaşı sırasında Allah'tan vahiy aldığını iddia etmiş ve kutsal savaş (holy war), şer ekseni (evil axis), haçlı seferleri (crusades), sağduyu (gut instinct) gibi terimleri sıkça kullanmıştır. Bir nükleer füze bahanesiyle girilen Irak yerle bir edilmiş, sadece Iraklılar değil Amerikalılar da çok ciddi kayıplar vermiş ve herhangi bir nükleer bulguya rastlanmaksızın ülke terk edilmiştir. Genel olarak bütün dünyada başarısız olmuş bir Irak Savaşı portresi çizilmiştir. Gerçekte ise, Evanjelik inancın gerekleri tam olarak yapılmış ve bu uğurda aslında kendilerince oldukça başarılı bir operasyon gerçekleştirilmiştir. Tam olması gerektiği gibi Irak parçalara ayrılmış, bir Kürt özerk bölgesi kurulmuş, Saddam gibi bir diktatörün tekelindeki güçlü ülke tümüyle istikrarsız ve terörle iç içe bir cephe halini almıştır.

Sadece Irak değil, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya, hatta Mısır'ın bile bu hale gelmesini tetikleyen unsur, gerekçesiz başlatılan Irak Savaşı'dır. Ortadoğu hiç yoktan bir kan denizine dönüştürülmüş, şiddet sürekli tahrik edilmiştir.

1- MISIR
2- YEMEN

3- LÜBNAN                                        5- SURİYE
4- LİBYA

Bush, Irak saldırısını Tevrat'ta geçen şu sözlere dayandırmıştır:

RAB diyor ki: "İşte Babil'e ve Lev-Kamay'da yaşayanlara karşı yok edici bir rüzgar çıkaracağım. Tahıl savuranları göndereceğim Babil'e, onu savurup ayıklasınlar, ülkesini boşaltsınlar diye. Yıkım günü her yandan saldıracaklar ona. Okçu yayını germesin, zırhını kuşanmasın. Onun gençlerini esirgemeyin! Ordusunu tümüyle yok edin. Kildan ülkesinde ölüler, Babil sokaklarında yaralılar serilecek yere. (Yeremya, 51:1-4)

Tevrat'taki bu ifadeler birer kehanet olarak görüldüğünden, dünyanın süper gücü ABD'nin liderliğini eline almış bir Evanjelik olan Bush tarafından uygulamaya konmuştur. Gerçekleşen bu savaş sırasında ortaya çıkan manzaranın tam olarak Evanjeliklerin hedeflerine işaret etmesi, onlar için kıyamete bir adım daha yaklaşmak anlamına gelmektedir. Nitekim, aynı dönemde Irak Kürt bölgesinde, baba Mustafa Barzani'nin vermiş olduğu "Kürt özerk bölgesinin kurulması halinde ABD'nin 51. Eyaleti olmaya hazır olacağız" sözü bugün büyük ölçüde gerçekleşmiş bulunmaktadır.4

Bütün bu olaylar aslında bir bakıma geleceğe de yatırım şeklinde geliştirilmiş ve Irak'ın bu istikrarsız ortamı, pek çok radikal grubun şekillenip güçlenmesine önayak olmuştur. El Kaide en fazla saldırıyı Irak'a yöneltirken, şu an tüm dünyanın hiçbir şekilde çözüm bulamadığı IŞİD Irak'ta doğmuştur. Dolayısıyla şu an sadece Irak değil, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya, hatta Mısır'ın bile bu hale gelmesini tetikleyen unsur, gerekçesiz başlatılan Irak Savaşı'dır. Planlandığı gibi bölgeye istikrarsızlık, terör ve bölünme tam anlamıyla gelmiştir.

Ortadoğu halkının dramı rastgele oluşmamıştır. Ortadoğu için yüz yıl önce derin güçler tarafından tasarlanmış olan harita ve ortam, bugün fiili olarak uygulamaya konmuştur.

Plan dahilinde Ortadoğu'da güçlü ve istikrarlı bir Müslüman ülke bırakmamak vardır. Ortadoğu, mümkün olduğunca güçsüz, iradesiz, amaçsız ve kişiliksiz uydu birimler şeklinde küçük parçalara bölünmeli ve bu şekilde rahat ve kolay kontrol edilebilir hale getirilmelidir. Kontrol edilemediği ya da bir anlaşmazlık olduğu takdirde ise basit bir askeri müdahale ile kolaylıkla yok edilebilir nitelikte olmalıdır. Körfez ülkeleri, Amerika'nın denetiminde olduğu ve Armageddon'un beklendiği Kutsal Toprakların dışında kaldığı için bu kapsama girmemektedirler. Planın Irak, Suriye ve Mısır kısmı ise şu ana dek (kendilerince) başarıyla tamamlanmıştır. Geriye kalan iki ülke vardır: Türkiye ve İran. Bu iki ülkenin bölünüp istikrarsızlaşması ise, kurulacak bir büyük Kürdistan ile mümkün olacaktır. Ortadoğu'ya dikkatli bakın; tüm planlar bu doğrultuda ilerlemektedir.

ABD ve Avrupa basınında, Türkiye'nin, Suudi Arabistan'ın, Irak'ın, İran'ın, Suriye'nin, Libya'nın, Lübnan'ın, Yemen'in çeşitli şekillerde bölünmüş haritalarının sıklıkla yayınlanmasının en önemli amacı dünya kamuoyuna bölünmeleri, sözde siyasi bir gereklilik gibi göstererek bunun bilinçaltı zeminini oluşturmaktır. Kazananı olmayan savaşlar bölgeyi istikrarsızlığa sürüklerken, silah endüstrisi de sürekli olarak canlı tutulmakta, stoktaki satılmayan silahlar eritilirken, yeni üretim için de müthiş bir sermaye sağlanmaktadır. Ani krizlerden gelir elde eden bankacılık sektörü de Ortadoğu'daki karışık yapıdan faydalanmaktadır. Dünya Merkez Bankası, bu şekilde ciddi bir finans kaynağına sahip olmaktadır.

Bütün bu gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde, Ortadoğu'daki manzaranın hiç de rastgele oluşmadığı anlaşılmaktadır. Yüz yıl önce tasarlanmış harita ve ortam, bugün fiili olarak uygulamaya konmuş gibi görünmektedir. Kuşkusuz kabahatin belki de en büyük kısmı, bu planlara bilerek ya da bilmeyerek alt yapı oluşturmuş, bu karışıklığa izin vermiş olan, kendi aralarında ittifak edemedikleri gibi ihtilafı marifet sayan bir kısım Müslümanlardır. Bu konuya da ilerleyen satırlarda değinilecektir.

 

Bir araç olarak Musevi lobisi

Bir kısım Evanjelikler, Musevi lobisinden aldıkları desteğe önem verirler. Fakat gerçekte, gelecekte bekledikleri kanlı savaşta Musevilerin de büyük bir kısmının katledileceğine inanmaktadırlar.

Yeni muhafazakarlar Amerika'da gerek yönetimdeyken, gerekse yönetimde olmadıklarında çeşitli düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütleri yoluyla oldukça etkilidirler. Elbette bunda, bir kısım Musevilerden ve Musevi lobisinden aldıkları destek de önemli yer tutmaktadır. Ancak bu noktada ciddi bir tezat göze çarpar. Daha önce belirttiğimiz gibi bir kısım Evanjelikler, Hz. İsa (as)'ın nuzülü ile Hristiyanlığı seçecek sadece 144 bin Musevi'nin hayatta kalacağına, diğerlerinin ise bu büyük savaşta katledileceğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla Evanjeliklerin bir kısmı gerçekte Musevileri yanlış yolda görmekte ve onların katledileceği bir savaş için hazırlık yapmaktadırlar. Buradan hareketle söz konusu Evanjeliklerin Musevilere yaklaşımının gerçek bir ittifak anlamı taşımadığı söylenebilir.

Nitekim bunu bazı ünlü Evanjeliklerin kendi ifadelerinde de görmek mümkündür. 20. yüzyılın ünlü Evanjeliklerinden Jerry Falwell'e, bir konuşması sırasında deccalin kim olduğu sorusu sorulur, cevap ise ilginçtir: "Deccal kim olacak? Tabi ki bir Musevi."5 Billy Graham ise yıllar önce yaptığı bir konuşmasında şu sözleri sarf etmiştir: "O Musevilerden pek çok arkadaşım var. Hepsi de benim etrafımda dolanır ve beni çok severler. Benim İsrail'i sevdiğimi biliyorlar ya. Ama gerçekte ülkeye yaptıkları hakkındaki hislerimi bir bilseler. Ve bunu engelleyecek gücüm de yok". Graham, bu sözlerin ortaya çıkmasının ardından, "30 yıl önceki bir görüşme. Ne söylediğimi pek hatırlamıyorum. Ama eğer kimseyi kırdıysam yürekten özür dilerim. Ben yıllarca Yahudiler ve Hristiyanlar arasında köprü kurmak için çalıştım.6 demek durumunda kalmıştır.

Bu sözler, bir kısım Evanjeliklerin Musevileri destekler görünmelerinin sadece kıyametin şartlarından biri olmasından ileri geldiğini göstermektedir. Yani Museviler, bazı Evanjeliklere göre sadece bu hedefin gerçekleşmesi için bir araçtır. Musevilerden bazıları bunun farkında olmamakla birlikte, bir kısım Museviler, bu hedefi gayet iyi bilmelerine rağmen herhangi bir itiraz getirmemektedirler. Zira, dünyada Siyonizmin destekçileri azdır ve söz konusu Museviler böyle bir yolla da olsa kendi inançlarının desteklenmesinden memnun gözükmektedirler.

Kitabın başında belirttiğimiz önemli bir hususu tekrar hatırlatalım: Elbette Evanjeliklerin de Yeni Muhafazakarların da tümü bu görüşte değildir. Hatta büyük bir çoğunluk Ortadoğu'yu yıkıma sürükleyecek bir savaş ihtirası taşımamakta ve Musevilere ve Müslümanlara husumet hissetmemektedir. Hatta aralarında, dinler arası köprü kurmayı hedefleyen, bu konuda ciddi çabalar sarf eden, Müslümanlara ve Musevilere gerçek muhabbet duyan sevgi insanları çoğunluktadır.

Elbette tüm Evanjelikler, Ortadoğu'yu yıkıma sürükleyecek bir savaş ihtirası taşımamaktadırlar. Bu ihtirası taşımakta olanların, Evanjelik inancı yorumlama hatası içinde oldukları açıktır. Bu hata, Ortadoğu'da korkunç senaryolara mal olabilir. Amacımız bu hataya dikkat çekmek ve doğruyu göstermektir.

Burada bahsini ettiğimiz savaş beklentisi içindeki Evanjeliklerin de bir yorumlama hatası nedeniyle bu görüşte olduklarını tekrar hatırlatmak gerekmektedir. Amaç bu yanlışlığı ortaya koymak olduğundan, sadece 144 bin Musevi'nin hayatta kalacağı bir savaş senaryosundaki mantık boşlukları da gözler önüne serilmelidir. Şu bir gerçektir ki, böyle bir inanç şekli taşıdıkları sürece söz konusu Evanjeliklerin Musevilerle gerçek birlik ve dostluğu oluşturabilmeleri neredeyse imkansız, Museviler için ise bu, oldukça riskli ve şüpheli bir durumdur. Bu bakış açısındaki bir Hristiyan'ın hayatı boyunca bir Musevi'yi gerçek dost olarak görebilme ihtimali yoktur. Durumun farkında olan Museviler de, kendilerine yönelik bir katliam senaryosuna inanan Hristiyanların samimiyetinden ve dostluğundan daima şüphe edeceklerdir. Şu şartlar altında iki dinin temsilcileri arasında geçici ittifaklar yalnızca göz boyama anlamına gelecek, gerçek bir ittifakın gerçekleşmesi ise imkansız olacaktır. Oysa dinler arası ittifak, ahir zaman için hayati ve oldukça gerekli bir konudur. Sırf bu sebepten dahi, Evanjelik inancın söz konusu beklentilerinde bazı sorunlar olduğu açıktır.

Yeryüzünde dinlerin birlikteliğini, barışı ve kardeşliği imkansız kılan bir savaş beklentisi, Allah'ın adetullahına ve peygamberlerin gönderiliş amacına tamamen ters düşmektedir. Dolayısıyla bir kısım Evanjeliklerin korkunç savaş beklentisinde bir algılama sorunu olduğu anlaşılabilmektedir.

Müslümanlar açısından ise durum çok daha vahimdir. Keza, bir kısım Evanjeliklerin beklentilerine göre son savaş, tüm Müslümanların katledilmesi ile sonuçlanacaktır. Bu beklentide olan bir Evanjelik, iyiliğinden ve dürüstlüğünden emin olsa da, sevgi ve saygı da duysa, doğru yolda olduğunu açıkça görerek tüm kalbiyle güvendiği bir insan da olsa, bir Müslümanın mutlaka katledilmesi gerektiğini düşünerek yaşayacaktır. Bu durum, söz konusu Hristiyan için de, onunla ittifak ve sevgi düşüncesi içinde olan bir Müslüman için de dehşet vericidir. Bu ifade, Hristiyanlarla Müslümanların arasında hiçbir zaman bir birlik ve tesanüt olamayacağı sonucunu çıkarır ki şu durumda bu dünya, üzerine barış gelmeyecek bir kabus mekanı haline gelecektir. Bu yanlış bakış açısı, kapsamlı bir düşmanlık politikasının fitilini ateşlemek için yeterlidir. Bu düşüncede olan bir Evanjelik Hristiyan'ın dinler arası gerçek bir dostluğu oluşturabilmesi ise imkansızdır. Böyle bir yaşam, Allah'ın istediği bir yaşam olamaz. Bir hak dinin, asla böyle bir düşmanlık politikası ve katliam senaryosu sunmayacağı açıktır. Demek ki dini yorumlama konusunda büyük bir hata vardır.

Ayrıca dünyaya sevgi ve barış temsilcisi olarak gönderilmiş olan ve biz Müslümanların da peygamberi olan Hz. İsa (as)'ın, dünyanın son döneminde tamamen yaratılış amacının dışında bir katliama yol vermesi akla ve imana aykırı bir durumdur. Hz. İsa (as)'ı gereği gibi tanıyan gerçek bir Hristiyan'ın, böyle bir düşünceden şüpheye düşmesi gerekir. Dünya üzerinde sevgi ve barışı imkansız kılan böylesine ürkütücü bir plan ne Allah'ın adetullahına ne de peygamberlerin gönderiliş amaçlarına uygun düşmektedir. Dolayısıyla burada da açık bir yanlış anlaşılma, bir algılama sorunu vardır. (Bu konuyla ilgili detaylar için bkz. Harun Yahya, Hristiyanlar İsa Mesih'i Dinlesinler)

 

Kutsal topraklar üzerindeparçalama planları

Eski Ahit, vaat edilmiş toprakları şu şekilde tarif eder:

Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim. (Yaratılış 15:18-21)

Tevrat'taki söz konusu pasaj, Evanjelikler için Kutsal Topraklar olarak tanımlanır ve Hz. İsa (as)'ın gelişi öncesi bu toprakların mutlaka Museviler tarafından ele geçirilmiş olmasını şart koşar. Nil ve Fırat arasındaki bu topraklar Irak, Suriye, Mısır, Sudan ve Türkiye'yi kısmen, Ürdün, Lübnan ve Kuveyt'in ise tamamını içermektedir.

Bir kısım Evanjelikler için bu toprakların ele geçirilmesi büyük önem taşımakta ve son nüzul için önemli bir alamete işaret etmektedir.

Bu haritada Türkiye'yi ilgilendiren kısım ise, Evanjeliklere göre söz konusu Kutsal Toprakların Adana, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman'ı kapsamakta oluşudur. Kimi kaynaklar buna Türkiye'nin Güneydoğusu'nun tümünü dahil ederler. 90 yıllık cumhuriyet dönemi boyunca büyük bir istikrar ve demokrasi ile idare edilmiş ve özellikle son yıllarda ciddi anlamda bir yükseliş kaydetmiş ülkemizde sadece adı geçen bu bölgelerin sürekli olarak istikrarsızlıklar içinde olması bu anlamda düşündürücüdür. Açıktır ki, bir kısım kehanetlere dayanarak Ortadoğu'yu parçalama planları içinde Türkiye de vardır ve Güneydoğu bölgesi bu nedenle sürekli bir rahatsızlık içindedir.

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Eski Ahit'te Nil'den Fırat'a kadar olarak tarif edilen Kutsal Topraklar, Museviler için (Doğudan Batıya) Akdeniz'den Ürdün Nehri'ne, (Güneyden Kuzeye) Sina'dan Kuzey Lübnan'da bulunan Hazbani nehrine uzanan kısımdır. Dolayısıyla şu anki İsrail sınırları bu alanı kaplamakta, fakat bu tarif Türkiye topraklarını kapsamamaktadır. Ne var ki bir kısım Evanjeliklerin söz konusu Tevrat pasajlarını yorumlama şekli yukarıda belirttiğimiz gibi farklıdır. Aradaki ayrımın en önemli sebeplerinden bir tanesi bir kısım Hristiyanların "Kutsal Topraklar" kavramını sadece Hz. Musa (as)'a değil Hz. İbrahim (as)'a vaat edilen kutsal topraklar olarak genişletmeleridir. Oysa Tevrat'ta Kutsal Topraklar ifadesi bu anlamda kullanılmamıştır. Dolayısıyla Museviler, genel olarak, bir kısım Evanjelikler tarafından tarif edilen bu geniş haritayı doğru bulmazlar, bu nedenle de Kutsal Toprakları, mevcut İsrail sınırlarının dışına çıkarak genişletme hedefine sıcak bakmazlar.

 

Bir kısım Evanjeliklerle Musevilerin, Kutsal Topraklar anlayışı farklılık gösterir. Museviler şimdiki İsrail topraklarını Tevrat'a uygun bulurken, bir kısım Evanjelikler Türk topraklarının bir kısmını da içine alan geniş bir harita belirlemişlerdir.

Türkiye üzerinde gizli/açık planlar

İçinde bulunduğumuz son yıllar, özellikle Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan kargaşa ile birlikte "bölünme" teriminin çok fazla zikredildiği yıllardır. Öyle ki, saldırı ve kargaşadan kurtulamamış olan Irak, Amerika'nın ardından IŞİD'in işgali ile karşılaşmış ve bugün resmi olarak üçe bölünmüş durumdadır. 2011 yılından beri başlayan iç savaştan kurtulamayan Suriye, şu an temelde 6 ayrı parçaya bölünmüştür. Bu parçalar içinde de parçacıklar vardır. Mısır, ciddi bir istikrarsızlık dönemi yaşamakta, Sina'daki aşiretler tedirgin beklemekte; Libya darbelerle sarsılmakta, Sudan ve Yemen'deki durum ise hiç durulmamaktadır.

Bütün bu karışıklıklar içinde dikkatleri çeken iki ülke vardır: İran ve Türkiye. İran, her ne kadar yakın geçmişte nükleer çalışmaları nedeniyle çok uzun zaman boyunca ciddi bir abluka altında kalmış olsa da, bağlı bulunduğu Şangay Paktı'nın bir gözlemci üyesi, Rusya-Çin ekseninin bir müttefiki olması bakımından gücünü kaybetmemiş ve istikrar göstermiştir. NATO üyesi ve Batı müttefiki demokratik Türkiye ise, yaklaşık 40 yıllık PKK terörüne rağmen bölünmeyi şiddetle reddetmiş, içinde bulunduğu kaynayan coğrafi şartlara rağmen güçlenmiş, beklenmedik reformlarla 10 yıl içinde önemli bir değişim geçirmiş bir ülkedir. Komşularla ilişkiler, İslamileşme ve Batı'dan uzaklaşma gibi eleştiriler alsa da Türkiye, bölge içinde ekonomik, ticari ve demokratik anlamda önemli atılımlar içinde olmuş ve bölgenin karmaşasından çok fazla etkilenmemiştir.

Özellikle Arap Baharı sonrasında Ortadoğu'da en fazla zikredilen kelime "bölünme" olmuştur. Irak ve Suriye, planlara uygun şekilde parçalara bölünürken, halk halen büyük bir perişanlık içinde yaşamaktadır. Ortadoğu'nun geri kalanını bölme planları ise halen devam ediyor.

Türkiye'deki bu durum işte bu nedenle Ortadoğu üzerinde planları olan çevreleri tedirgin etmekte ve hatta kimileri bu tedirginliği açıkça ifade etmekten çekinmemektedirler. Çünkü planda, ülkelerin güçlenmesi değil, güçsüzleşmesi vardır. Ve yine planda, Armageddon Savaşının gerçekleşeceğini düşündükleri Mezopotamya bölgesinde, kendi idarelerinde olan, Arap, Türk ve Fars dünyasından bağımsız, rahat yönetilip üzerinde rahat oyun oynanabilen hayali bir kukla devlet kurulması yer almaktadır: Büyük Kürdistan.

İlerleyen satırlarda bu büyük hayalin ne büyük bir yanılgı olduğunun ispatlarını göreceksiniz.


Evanjelik planları anlatmamızdaki amaç

Elbette Ortadoğu'daki bölünmüşlüğün asıl sorumlusu kendi aralarında birlik olamayan Müslümanlardır. Söz konusu Müslümanlar; mezhepler, ırklar, etnik kimlikler bahanesiyle bölünüp parçalanmış, anlaşmazlığa düşmüş haldedirler. Bunun neticesi olarak Ortadoğu'da sürekli kardeş kanı dökülmektedir.

Şu önemli gerçeğin kitap boyunca çok defa vurgulanması önemlidir: Bu kitapta belirtilen Evanjelik planları gözler önüne sermemizdeki amaç, söz konusu Evanjelikleri veya Yeni Muhafazakarları kötülemek değildir. Bu kişiler batıl da olsa sahip oldukları inançlar doğrultusunda en doğrusunu yaptıkları kanaatinde olabilirler. Allah'ın Kuran'da çok fazla ayette bildirdiği gibi Hristiyanlar ve Museviler, Müslümanlar için dost ve kardeştirler. Kuran ile mutabık olan tüm Tevrat ve İncil sözleri Müslümanlar için de geçerlidir ve Müslümanlar, bu iki İbrahimi dine saygı, bu dinlerin mensuplarına ise sevgi ve şefkat göstermekle yükümlüdürler. Dolayısıyla elinizdeki kitabın bir dini, mezhebi veya bir dinin mensuplarını yermek veya kötülemek için yazılmadığının bilinmesi oldukça önemlidir.

Ayrıca şu bir gerçektir ki, İslam coğrafyası üzerinde her ne plan uygulanıyor olursa olsun, bu topraklarda eğer bir kargaşa çıkıyorsa, bunun asıl sorumlusu o topraklar üzerinde yaşayan ve bir türlü birlik olamayan Müslümanların kendileridir. Ortadoğu'nun içinde bulunduğu bu kargaşa halinin tüm sorumluluğunu başkalarına yüklemek gerçek sorunu anlamamak anlamına gelir. Ortadoğu ve tüm diğer Müslüman coğrafyasının asıl sorunu, bölünüp parçalanmış olmaları, mezhepler ve etnik kimlikler bahanesiyle bir araya gelememeleri, birlik olamamalarıdır. Büyük bir çoğunluğunun İslam adı altında sahte bir hurafe dinini benimsemeleri, Kuran'dan uzaklaşmaları ve Allah'ın kendilerine Kuran ile vermiş olduğu mesajı anlayamamalarıdır. Hurafe dininin etkisi ile kendi içinde geri kalmış, kadını değersiz, demokrasiyi gereksiz, sanatı haram bilen paramparça olmuş bir topluluk içinde nefretin büyümesi kuşkusuz ki zor olmamıştır. Dolayısıyla kıvılcımlardan kolay etkilenip bir anda kendi coğrafyasının kargaşa ortamına dönüşmesine izin veren Müslüman alemi, kuşkusuz ki bu durumdan en fazla sorumlu olandır.

Fakat bir yandan, kitabın başından beri bahsini ettiğimiz Evanjeliklerin, kendi hedefleri ve bu hedef için tespit edilmiş yol ve yöntemlerindeki hatalar, gidişata bakıldığında, Ortadoğu'da çok büyük ve korkunç sonuçlara sebep olabilecektir. Burada bahsettiğimiz korkunç sonuç, bütün dünyayı felakete çevirecek Marksist bir sistemin doğup yaygınlaşması ve bütün dünyaya sirayet etmesidir. İşte o zaman, Evanjelikler, kendi beklentilerinin de yerine gelmediğini, dünyanın ise bir yok oluşa doğru gittiğini anlayabileceklerdir. Çok geç olmadan bu konuda uyarılmaları şarttır.


Eğer bu konudaki gerçekler gözler önüne serilirse, özellikle yeni muhafazakarlarla, Amerika ve Avrupa ile birlikte daha iyi ve barışçıl bir Ortadoğu inşa etmek çok daha fazla mümkün olabilecektir. İşte bu nedenle, geç olmadan, bu planın nelere mal olacağı gözler önüne serilmelidir.



Dipnotlar

3. Yasin Yaylar, İsrail Amerika ve Evanjelizm, Altınpost yayıncılık, 2012, s. 60

4. A.g.e. s. 119

5. A.g.e. s. 73

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

7. BÖLÜM KÜRT KARDEŞLERİMİZİN SORUNLARINI ANLAMAK

OKUYUCUYA