EK BÖLÜM: EVRİM YANILGISI
Darwinizm, yani
evrim teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak
başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın,
cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve
canlılarda çok açık bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle
ve evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 350 milyona yakın fosilin
bulunmasıyla çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış
olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini
ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel
gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında
söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda
gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı
olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist
iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim
adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya,
paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in
geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle
açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin
çöküşünü ve Yaratılış'ın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel
detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük
önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i yıkan
zorluklar
Evrim teorisi,
tarihi eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı
olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en
önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki
farklı canlı türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı
çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan
geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi,
hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi
sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki
"Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori
pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin
önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel
bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık
belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin
temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim
karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın
yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne
sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye
sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları,
evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç
temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan ilk
basamak: Hayatın kökeni
Evrim teorisi, tüm
canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada hayali şekilde
tesadüfen ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir.
Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve
eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil
kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm
bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak
gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi,
Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve
düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana
geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda
ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji
kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat hayattan
gelir"
Darwin, kitabında
hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim
anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu.
Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre,
cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık
oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından,
farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de
ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve
biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması
da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha
sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki
kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle
görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını
yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim
dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in
kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur,
evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun
çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız
maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe
gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular
Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2)
Evrim teorisinin
savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen
bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın
kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki
sonuçsuz çabalar
20. yüzyılda hayatın
kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu.
Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin
tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar
başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef
hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York,
Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 196)
Oparin'in yolunu
izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler
yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi.
O yıllarda evrim
adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde
kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen
yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of Early Atmosphere
and Life", Bulletin of the American
Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir
sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi
olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular
Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules,
1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu
açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep
başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı
Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde
1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla
girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız:
Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)
Hayatın kompleks
yapısı
Evrimcilerin hayatın
kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmelerinin başlıca nedeni,
Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede
kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün
teknolojik ürünlerden daha komplekstir.
Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler
biraraya getirilerek canlı bir hücre, hatta hücreye ait tek bir protein bile
üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana
gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar
fazladır. Ancak bunu detaylarıyla açıklamaya bile gerek yoktur. Evrimciler daha
hücre aşamasına gelmeden çıkmaza girerler. Çünkü hücrenin yapı taşlarından biri
olan proteinlerin tek bir tanesinin dahi tesadüfen meydana gelmesi ihtimali
matematiksel olarak "0"dır.
Bunun nedenlerinden
başlıcası bir proteinin oluşması için başka proteinlerin varlığının
gerekmesidir ki bu, bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini tamamen ortadan
kaldırır. Dolayısıyla tek başına bu gerçek bile evrimcilerin tesadüf iddiasını
en baştan yok etmek için yeterlidir. Konunun önemi açısından özetle açıklayacak
olursak,
1. Enzimler olmadan protein sentezlenemez ve
enzimler de birer proteindir.
2. Tek bir proteinin sentezlenmesi için 100'e
yakın proteinin hazır bulunması gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı
için proteinler gerekir.
3. Proteinleri sentezleyen enzimleri DNA üretir.
DNA olmadan protein sentezlenemez. Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için
DNA da gerekir.
4. Protein sentezleme işleminde hücredeki tüm
organellerin önemli görevleri vardır. Yani proteinlerin oluşabilmesi için,
eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm organelleri ile var olması
gerekmektedir.
Hücrenin
çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz
bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye
kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı
hesaplanmaktadır.
Bu
noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş
proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler
doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana
gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın
kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California
Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu
gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik
asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak
oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini
elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla
ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.
(Leslie E. Orgel, The Origin of Life on
Earth, Scientific American, c.
271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz eğer
hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise,
bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin hayali
mekanizmaları
Darwin'in teorisini
geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları"
olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip
olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya
attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına
bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça
anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal
Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon,
doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve
güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı
hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen
geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden
oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka
bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal
seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu
gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek
zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The
Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University
Press, 1964, s. 184.)
Lamarck'ın etkisi
Peki bu
"faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin
ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya
çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre,
canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle
aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler
ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi,
yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları
uzamıştı.
Darwin de benzeri
örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı
kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara
dönüştüğünü iddia etmişti. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)
Ama Mendel'in
keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım
kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini
kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve
dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma
olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve
mutasyonlar
Darwinistler ise bu
duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik
Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar.
Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi"
olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya
da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi. Bugün de hala
bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu
model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün,
bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının
"mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda
oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel
gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için
canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok
basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan
herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G.
Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak
meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik,
mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten
yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir
değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek
rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar
verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri
geliştirmez, ona yıkım getirir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard
University Press, 1964, s. 179)
Nitekim bugüne kadar
hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi.
Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin
"evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları
sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en
sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma
"evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul
ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere
doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim
mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil kayıtları:Ara
formlardan eser yok
Evrim teorisinin
iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil
kayıtlarıdır.
Evrim teorisinin
bilim dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden
var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu
şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren
uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia
edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve
yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte,
balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen
özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır.
Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri
kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde
oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler
geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş
formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu
tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin
milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların
kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle
açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız
ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının
kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280.)
Ancak bu satırları
yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da
farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu
yüzden, Türlerin Kökeni kitabının
"Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle
yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle
türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir
karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara
geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında
gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle
bağlantılarla dolu değil? (Charles Darwin, The
Origin of Species, s. 172, 280)
Darwin'in yıkılan
umutları
Ancak 19. yüzyılın
ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları
yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine,
canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermiştir.
Ünlü İngiliz
paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu
gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak
incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı
gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan
gruplar görürüz. (Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological
Association, c. 87, 1976, s. 133)
Yani fosil
kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz
biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam
aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir
delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası
olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün
yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma
tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında
yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen
mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır.
Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan
bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer
eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir
akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon
Books, 1983. s. 197.)
Fosiller ise,
canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine,
evrim değil Yaratılıştır.
İnsanın evrimi masalı
Evrim teorisini
savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu
konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan
geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan
ile hayali ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia
edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel
"kategori" sayılır:
1-
Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler,
insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına
gelen "Australopithecus"
ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka
bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere
ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus
örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların
sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir
benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Charles E. Oxnard, "The Place of
Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, c. 258, s. 389)
Evrimciler insan
evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak
sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı
canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması
oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında
evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20.
yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte
kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current
Bulldog: Ernst Mayr", Scientific
American, Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus>Homo habilis>Homo erectus >Homo sapiens" sıralamasını
yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini
verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo
habilis ve Homo erectus'un
dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.
(Alan Walker, Science, c. 207, 1980,
s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott
Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge
University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait
insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı
ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time,
Kasım 1996)
Bu ise elbette bu
sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça
ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould,
kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu
çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile
paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o
halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş
olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural
History, c. 85, 1976, s. 30.)
Kısacası, medyada ya
da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı
insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta
tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan
bir masaldan ibarettir. Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15
yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord
Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan
insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de
ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği
bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir
yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel"
-yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede
bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin
en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a
göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve
bir de "insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle
açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak
varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin
yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin
mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin
çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly
Zuckerman, Beyond The Ivory Tower,
New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19)
İşte insanın evrimi
masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı
fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin formülü!
Şimdiye kadar ele
aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma
bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık
bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi
canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı
iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi
oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve
insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan
karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir
yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir
canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve
evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri
iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok
sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon,
oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta
normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli
gördükleri malzemeleri de bu varillere
eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da protein
doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları
istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın
önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula,
kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene
sürekli varillerin başında beklesinler.
Bir canlının
oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini
kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden
kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları,
kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri,
zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları,
domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri,
şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi
milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını
saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz
atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek
bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron
mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen
profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Yüce Allah'ın üstün yaratmasıyla
hayat bulur.
Bunun aksini iddia
eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya
attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu
gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve kulaktaki
teknoloji
Evrim teorisinin
kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün
algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya
geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir
cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki
hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka
kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri
bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu
bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa
kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar
giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki
de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri
karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar
net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana
rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı
tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda
gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu
kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin
ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce
mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler
kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir.
Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada
büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size
iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi
izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on
binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya
çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu
da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç
boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada
da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu
kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia
etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda
oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi
dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz
atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden
daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve
gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum
kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi
vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini
güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik
sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma
işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak
için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez.
Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir.
Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir
orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü
duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi
ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde
edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar
onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok
elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır.
Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana
rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En
büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi
kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit
oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka
duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece
net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi
cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu
algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar
insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve
başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme olayında, tüm
bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin içinde gören
ve duyan şuur kime aittir?
Beynin içinde, ışıl
ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen,
gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden,
kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider.
Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl
oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli
gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini
görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir?
Beynin içinde göze,
kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu
şuur kime aittir?
Elbette bu şuur
beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte
bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler
bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış
olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa
ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi
gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük,
kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak
sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist bir inanç
Buraya kadar
incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia
olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime
aykırıdır, önesürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi
yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını
göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce
olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren
modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim
teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin
eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile
çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni,
evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik
bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar
ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu
için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça
itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda
önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra
bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul
edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama
getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine,
materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir
açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm
mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin
veremeyiz. (Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak,
1997, s. 28)
Bu sözler,
Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma
olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını
varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır.
Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların,
kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların
maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle,
cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem
bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan
varlığını kabul etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya
devam etmektedirler.
Canlıların kökenine
materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler:
Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının
eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde
düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim teorisi dünya
tarihinin en etkili büyüsüdür
Burada şunu da
belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan,
sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak
toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia
olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği
gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu,
molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde
düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin,
Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi
sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin
çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları,
profesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için
"dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak
yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından
alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki
bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç
veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının
Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile yaptıkları
putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları
buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu
durum, Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı
insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma
düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri
uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır.
Ve büyük azap onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalpleri vardır
bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır
bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte
bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr
Suresi'nde ise, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar
büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine
gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka:
"Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz"
diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir
kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar
uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle
anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç
insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara
inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz
ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir
organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen
evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini
ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine inanmasının,
"büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah
Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları
büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir
olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında,
Firavun Hz. Musa (as)'a, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların
toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as), büyücülerle
karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder.
Bu olayın anlatıldığı ayet şöyledir:
(Musa:) "Siz
atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler,
onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf
Suresi, 116)
Görüldüğü gibi
Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa (as) ve
ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların
attıklarına karşılık Hz. Musa (as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu
büyüsünü, ayette bildirildiği gibi
"uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya:
"Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de
baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak
yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş
oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de
bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin
yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar
küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı
altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını
adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa
çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir.
Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan,
ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın
gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda,
geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına
ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz
bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids:
Eerdmans, 1980, s. 43)
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Artık evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder