5. BÖLÜM TÜRKİYE NASIL BİR RİSK ALTINDA?
Öncesinde
çeşitli görüşmelerle şekillenen ve resmi olarak 2013 tarihinde başlayan
ülkemizdeki çözüm sürecinde herkesin beklentisi silahların tümüyle susması idi.
Fakat söz konusu çözüm süreci başlangıcında daima şu uyarıyı yaptık:
Müzakereler, karşılıklı görüşmeler veya ikna çabalarıyla gerçek bir çözüme
ulaşılması mümkün değildir. PKK'nın Leninist ve komünist ideolojisi, sinsi ve
kanlı yöntemlerle mutlaka bölünme hedefine doğru gidecek, bu hedeflerinden
hiçbir zaman vazgeçmeyeceklerdir. Eğer çözüme doğru bir gidişat isteniyorsa
bunun mutlaka eğitimle yapılması gerekmektedir, bunun dışında hiçbir çözüm yolu
yoktur.
O
dönemden bu yana PKK, öyle ya da böyle çeşitli yöntemlerle şehirlerin içine
kadar girmiş, PKK yönetimleri kendi seslerini etkili bir şekilde duyurur hale
gelmiş, Öcalan, bir anda ülkenin bir kısım sözde "Beyaz Türkleri"
tarafından göklere çıkarılmaya başlanmıştır. Aslında Türkiye, şu anda belki de
tarihinde hiç olmadığı kadar büyük bir risk altındadır. Bu bölümde söz konusu
riskleri inceleyeceğiz.
"Demokratik
özerkliğe" doğrugizli adımlar
Barış
sürecinin resmi olarak ilan edilmesinden yeniden çatışma ortamına girdiğimiz şu
günlere kadar geçen süreye bir baktığımızda, aslında Türkiye'de hem politik hem
de algı yönetimi açısından çok büyük değişiklikler olduğunu görürüz. Bu
değişimlerin, Türkiye açısından çok da iç açıcı değişimler olmadığını da
belirtmek gerekmektedir.
Bu
süre içinde bir kısım yazarlar tarafından Öcalan ile görüşmeler adeta bir
meşrulaşma havası içinde gösterilmiştir. Öcalan'dan gelen mektuplar PKK'ya
yakın çevreler tarafından "Sayın Öcalan'ın talepleri" başlığı altında
okunmuş ve bu durum oldukça normal karşılanır olmuştur. Öcalan, açık veya saklı
bir üslupla hükümete rahatlıkla eleştiriler yöneltebilecek, bütün bunlar çözüm
sürecinin doğal getirileri olarak algılanacak hale gelmiştir.
Bunların
yanısıra, bir kısım sol görüşlü yazar, politikacı, bürokratlar, "iyi ki
Öcalan varmış" diyecek kadar ileri gidebilmiş, daha da ötesi Öcalan'ın
serbest bırakılması gerektiğini önce yarım ağız, sonra açıkça talep edebilir
hale gelmişlerdir. Bazı gazeteciler Kandil'e gidip yıllardır Türk askerine hain
pusular kuran eli kanlı teröristleri adeta bir halk kahramanı edasıyla sunmaya
başlamışlardır.
İşte
bu sinsi üslup değişikliği, gerçekte önemli bir felaketin habercisi olmaktan
öte bir şey değildir. Bu üslup değişikliği, PKK'nın ve PKK'nın desteklediği
unsurların, gerilla yöntemlerinin yanı sıra daha içten, temelden, sinsi
yöntemlerle harekete geçmiş olduğunun bir habercisidir. Bu felaketin ilk habercisi, 30 Nisan 2014
tarihinde gerçekleşen yerel seçimler olmuştur.
Güneydoğu'da neredeyse hiçbir parti kendi bayraklarıyla miting yapamamaktadır. PKK'nın kurduğu korku imparatorluğunun etkisiyle mitinglere Güneydoğu halkı Türk bayraklarıyla gelememekte, bölgede hakimiyet kurmuş olan PKK tarafından adeta kendi bayrağımız yasaklanmaktadır. |
2014 Yerel seçimleri
ve sinsi planın ilanı
30 Mart 2014
tarihinde yaşanan yerel seçim için Türkiye genelinde gerçekleştirilen
hazırlıklara şöyle bir baktığımızda, aslında bugünkü Türkiye için hiç
yaşanmaması gereken bir manzara karşımıza çıkıyor ve bazı partilerin miting
programları Güneydoğu bölgemizi kapsamıyordu. O bölgelerde özellikle gidip
miting yapmaları gereken, halkı kucaklamaları gereken muhalefet partileri,
kendi vatanlarına ait Güneydoğu topraklarına can güvenlikleri nedeniyle
gidemediler. Kendi topraklarında, kendi halklarını kucaklayamadılar.
Hatta Ak Parti
milletvekilleri dahi Güneydoğu'da rahatça hareket edemediklerini, mitinglerini
zorlukla yaptıklarını, il teşkilatlarında partililerin karşılama bile
yapamadıklarını ifade etmişlerdir. Ak Parti milletvekili Orhan Miroğlu bu
durumu "korku dağları bekliyor" şeklinde özetlemiştir.
Muhalefet partileri
tarafından söz konusu tedbirler, 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleştirilen
genel seçimler sırasında da alınmıştı. Bu tedbirler gerekliydi, çünkü
Türkiye'nin siyasi partileri kendilerine yönelik bir şiddet eyleminin her an
gerçekleşebileceğini, bölgede Devletin hakimiyetinin tam anlamıyla var
olmadığını biliyorlardı. Kendi topraklarının bir bölümü, vatanın siyasi
demokratik partilerine tam anlamıyla kapalıydı.
Bu durum şu an halen
bazı bölgelerde devam etmekte ve pek çok kesim tarafından normal
karşılanmaktadır. Oysa biraz düşünüldüğünde olayın vahameti ve o toprakların
halen nasıl bir tehdit alanı olduğu açıkça anlaşılabilmektedir.
Gezi olayları sırasında çevreci gençlerin demokratik protestolarından komünist gruplar da faydalanmıştı. 30 Mart 2014 yerel seçimleri, Gezi olaylarının ardından adeta bir güven oylaması gibiydi. Fakat bu seçimlerin en vahim sonucu, tüm Güneydoğu'nun BDP'ye terk edilmesi oldu. TAKSİM KOMÜNÜ'NE GİDER |
30 Mart 2014 tarihli
yerel seçimlerin Türkiye için özel ve yerel seçimlerden öte bir anlamı olduğu
açık. Gezi olayları başta olmak üzere çeşitli ayaklanma ve olaylarla geçen
hareketli bir yılın ardından adeta bir güven oylaması anlamını taşıyan yerel
seçimlerin gösterdiği sonuçlar, her parti için ayrı bir önem taşıyordu. Çözüm
sürecinin sonrasındaki günlerde hükümetin Kürt halkına vermiş olduğu güvenceler
ve özellikle Güneydoğu bölgemizde gerçekleştirilen kalkınma ve gelişme planları
dahilinde en büyük beklenti, bu bölgemizde hükümeti temsil eden partinin veya
muhalefet partilerinin zafer ile çıkması idi. Fakat böyle olmadı.
Seçim haritasında
Güneydoğu illerinin tümünde BDP belediyelerinin zaferle çıkması, Ak Parti ve
MHP'nin geçmişte üstün olduğu şehirlerde BDP'nin üstünlük kazanmış olması
önemli bir mesaj veriyordu. Belli ki kale, içten içe fethedilmeye
çalışılıyordu. PKK'nın açıkça destek verdiği bir parti güçlenmişti. Bu durum
açıkça gösteriyordu ki çözüm süreci olarak adlandırılan ve PKK militanlarının
silahlarını bırakıp gitmeleri beklenen dönemde aslında PKK ülkeyi terk etmiş
falan değildi ve baskı sistemi devam ediyordu. Belli ki, bu defa Türkiye'nin bölünmesi
için farklı bir yöntem izleniyordu.
Bu detayların
izahına geçmeden önce şunu önemle belirtmek gerekir. BDP veya yeni adıyla HDP,
Türkiye'nin demokratik sistemi içinde yer alan siyasi bir partidir. Demokrasi
içinde kuşkusuz ki tüm diğer partilerle aynı haklara sahiptir. Devletin
koruması ve güvencesi altında legal bir parti olarak kuşkusuz ki görevine devam
edecektir. Bu partiye ve parti mensuplarına yöneltilmiş olan her türlü saldırı
veya uygunsuz söz demokrasiye büyük bir darbedir ve mutlaka hukuki karşılık
bulmalıdır.
PKK'nın şehirleri ele geçirme amaçlı sinsi faaliyetleri, PKK'yı legalleştirme çalışmaları ile devam etmiştir. Ateşkes döneminde Türk toprakları üzerinde Mahsum Korkmaz'ın heykelinin dikilmesi, belediye arabalarının üzerine PKK'lıların resimlerinin asılması tehdidin büyüklüğünü ta o zamandan göstermiştir. 2014 yerel seçimlerinde Güneydoğu illerinin BDP'ye teslim edilmesinin ardından 2015 genel seçimleri daha vahim sonuçlar vermiştir. Kuzeydoğu Anadolu'ya kadar ulaşan geniş bir bölgede HDP adeta hakimiyet ilan etmiştir. |
Güneydoğu konusunda
HDP ile ilgili ayrımı yapmamızın yegane sebebi, bu partinin PKK tarafından
destekleniyor görünümüdür. Aslında birazdan KCK yapılanmasının detaylarında da
açıklayacağımız gibi, söz konusu partinin KCK/PKK tarafından ciddi baskı
altında tutulduğu da kuvvetle muhtemeldir. İşte bu gerçek, ülkemiz için büyük
bir tehdit teşkil etmektedir. Özellikle de çözüm sürecinin başından beri bu
parti yetkililerinin özerklik konusunu daha sık dile getirir olmaları, bu
konuda farklı bir dile geçiş yapmaları, Abdullah Öcalan'ı legal hale getirme
çabaları önemli bir tehlikenin işaretlerini vermektedir. Söz konusu Güneydoğu
bölgemiz olduğu için bu söylemlere sahip bir partinin özellikle o bölgedeki
zaferi, beraberinde haklı olarak tedirginliği de getirmektedir.
2015 genel
seçimlerinin ise Güneydoğu açısından daha vahim bir harita çizdiğini burada
hatırlatalım. Hatırlanacağı gibi HDP'nin güçlü çıktığı bölgeler sadece
Güneydoğu bölgemizle sınırlı kalmamış kuzeydoğuda Ardahan'a kadar ulaşmıştı.
Burada özellikle yerel seçimleri örnek vermemizin sebebi, PKK'nın desteğini
alan bir partinin yerel yönetimlere sahip olmasının çatışma dönemine girdiğimiz
şu günlerde getirmiş olduğu vahim sonuçlardır. İlerleyen satırlarda bu konu
detaylı anlatılmaktadır.
"Demokratik
özerklik" adı altındatoprak talebi
Silahların gölgesinde yapılan antidemokratik seçimin ardından çatışmaların başlaması ve çeşitli Belediye Başkanlarının "özerklik" ya da "öz yönetim" ilan ettik diye ortaya çıkmaları sürpriz olmamıştır. Amaç zaten başından beri kaleyi içten fethetmektir. |
Bu algı
mühendisliğinden en çok pay alan sözcük kuşkusuz ki "demokratik
özerklik" sözcüğüdür. Özellikle 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra
aniden daha fazla duymaya başladığımız bu söz, aslında bölünmenin yumuşatılmış
adıdır. Bölünmeyi savunan siyasetçiler tarafından öylesine zararsız, öylesine
şekerle kaplanmış halde sunulmaktadır ki, Türk halkının bu konuyu neden bu
kadar büyüttüğü adeta sorgulanır hale gelmiştir. Bu kişilerin söylemlerine göre
"demokratik özerklik", demokratik bir eylemdir.
Oysa PKK dilinde
demokratik özerklik, demokratik bir eylem falan değildir. Ülkeyi bölmek için
demokrasi bir kılıf olarak kullanılmaktadır. Gerçekte PKK eğer özerk bir devlet
elde etmiş olsa, bu devlet demokrasiden uzak, komünist ve komünal sistem
üzerine kurulacaktır. Nitekim bu hayali devletin anayasasını oluşturan KCK
bildirgesi, bunu açıkça ilan etmektedir.
Demokratik özerklik
söylemi ile aslında verilmeye çalışılan izlenim, "biz doğrudan bölünmeyi
istemiyoruz" demek ama arka planda bölünmenin tüm gerekli unsurlarını
hazır edebilmektir. Bunun için öncelikle belediyelerin imkanları
kullanılacaktır. Yani imkanlar komünist propaganda için seferber edilecektir.
Yerel seçimlerin
hemen ardından yukarıda genel hatlarıyla anlattığımız algı mühendisliği devam
ederken, aralara sıkıştırılan ilginç, beklenmedik ve şaşırtıcı taleplerin
gündeme gelmesi de aynı yöntemin bir parçasıdır. Seçimlerin üzerinden henüz
birkaç hafta geçmesinin ardından Gültan Kışanak'ın "Petrolden pay
istiyoruz" çıkışı buna bir örnektir.74 Bu öyle bir laftır ki, sanki Güneydoğu'da
Irak'ta olduğu gibi özerk bir yönetim kurulmuş, Devletin ayrı, özerk bölgenin
ayrı kaynakları olmuş gibi bir izlenim vermek için kullanılmıştır. Güneydoğu
bölgesi bu ülkenin milli sınırları içindedir ve bu milli sınırlar içindeki her
türlü kaynakta olduğu gibi petrol geliri de, bu ülkenin milli hasılasına dahil
olmaktadır. Elde edilen her gelir, Türkiye sınırları içindeki her şehre ve bu
ülkenin her bireyine ulaşan bütçenin bir parçasıdır. Antalya'da yetişen
portakalın geliri nasıl aynı zamanda Güneydoğu'ya da akıyorsa, aynı şey
Güneydoğu'da çıkan petrol için de geçerlidir. Bu ülkenin bölünmez bütünlüğünün
bir getirisidir. Kışanak'ın bu ilginç çıkışı, yalnızca dikkatleri bu söyleme
çekmek ve alttan alta devam eden özerklik projesine katkıda bulunmak dışında
bir amaç taşımamaktadır.
Kışanak'ın, yerel
seçimlerden bir yıl önce özerklik talebini doğrudan dillendirmiş olduğu da
burada hatırlanmalıdır. 10 Şubat 2013'de Hürriyet gazetesine, "Dümdüz bir yolumuz var: Özerk Kürdistan"
çıkışını yapan yine Kışanak'tır. 75
Nitekim eski
Diyarbakır Yenişehir Belediye Başkanı Fırat Anlı, bu algı politikasının
şehirlerin içinde nasıl hayata geçtiğini tarif etmiştir. Anlı, "Şu anda zaten kısmen bu modeli Güneydoğu'da
uyguladıklarını, mahalle ve diğer meclislerin burada kurulduğunu, güneyde de
bağımsızlığa yakın bir federasyon oluştuğunu belirterek yakında özerkliği ilan
edeceklerini" belirtmiştir.
76 Bu açıklama üzerinden
çok geçmeden PKK saldırılarına kaldığı yerden başlamış ve yerel seçimler
sonrası HDP'ye adeta hediye edilen bazı belediyeler birer birer özerklik ilan
etmeye başlamışlardır. Yargı bu konuda hemen harekete geçse de, Güneydoğu'da
karşımıza çıkan bu feci manzaranın tavizler sonucunda oluştuğu gerçeğinin iyi
düşünülmesi şarttır.
Bu vahim durum
aslında açıkça "geliyorum" demiştir. Birkaç yıldır ısrarla uyarılarda
bulunduğumuz tehlike, aslında şu an hali hazırda ülkemizde haince uygulamaya
konmuş olan sinsi, illegal ve komünist bir devlet yapılanmasıdır. İsmi ise,
KCK'dır.
Legal devlet içinde
yapılanmış illegalbir devlet: KCK
KCK tek lider olarak Öcalan'ı kabul eden bir yapıdır. KCK yürütme konseyinin tüm açıklamaları da Öcalan posterleri önünde gerçekleştirilmektedir. |
KCK (Koma Civakên
Kurdistan - Kürdistan Komünler Birliği), terör örgütü PKK'nın oluşturduğu bir
yapılanmadır. Bu yapılanma, amaçlarını ve kullanacağı yöntemleri "KCK
Sözleşmesi" isimli belge ile yürürlüğe koymuştur.
Söz konusu
yönetmelikte, bayrağı, yargı ve ordu sistemi ile aslında bir devlet tarif
edilmektedir. Örgütte, 300 delegeli Kongra-Gel yasama görevini üstlenmekte,
yasama kanun çıkartmakta, yürütme de uygulamaktadır. Sorun çıktığında ise
devreye yargı organları girmektedir. KCK sözleşmesi, bu devlet yapısının
anayasasıdır. Terör örgütünün birimleri ve örgüt üyeleri, sistematik bir yapı
içinde bu devlet sisteminde yer almışlardır. TBMM yerine alternatif bir yasama
organı 2003'den beri işbaşında olup KCK yapılanmasıyla fonksiyonel bir hale
getirilmiştir.77 Üç kısımdan oluşan KCK yargı sistemi, Türk Ceza
Kanunu'nun suç saydığı hiçbir fiili ve yetkili yargı sistemini tanımamakta,
yani Türk Devletini ve adalet sistemini kendince reddetmektedir. Bunun yerine
kişileri, kendi hazırladığı yasalar dahilinde yine kendi kurduğu mahkemelerde
yargılamaktadır.
KCK, Güneydoğu'da,
özellikle Diyarbakır'da, "PKK" kaymakamları, "PKK" tarım il
müdürleri şeklinde "bürokratik atamalar" yapmaktadır.
"Atanan" sözde PKK'lı "yetkililerin" Türkiye Cumhuriyeti
kaymakamlarını makamlarında tehdit ettiğine dair haberler basın yayın
organlarında gündeme taşındığı gibi, TBMM'de soru önergeleri ile de hükümete sorulmuştur. 78
KCK'nın ordusu
"asayiş birimleri" (YDG-H) adını almıştır. PKK adına vergi toplama,
kepenk kapattırma, cezalandırma, seçmenin ve seçim merkezlerinin baskı altına
alınması gibi faaliyetler "asayiş birimleri" aracılığı ile
yürütülmektedir. Bu birimler, şehirlerde PKK korkusunun devam etmesi,
vatandaşın üzerinde oluşturulan şiddet tehdidinin sürdürülmesi için
kullanılmaktadırlar. Sözde çözüm süreci devam ederken bile, Diyarbakır'da
vatandaşlar sözde "KCK devletinin bir ferdi olarak" devlete vergi
ödemeye zorlanmaktadırlar. 79
Savcılık
iddianamesine göre 17 Mayıs 2005'te, PKK'nın KCK adlı bir yapıya dönüştürülmesi
2005 yıllarında Öcalan'ın, komünist/anarşist yazar Murray Bookchin'in
izahlarından etkilenerek geliştirdiği devlet üstü konfederal model fikrinden
ortaya çıkmıştır. Plan üç aşamalıdır: Özgür önderlik, demokratik özerklik,
demokratik konfederalizm. Yani hedeflerin ilki Öcalan'ın serbest
bırakılmasıdır; şu an ülkemizde yaygınlaştırılan söylemlere ve bu yönde yarım
ağız yapılan ahlaksız tekliflere bir bakıldığında planın bu aşamasının hayata
geçirilmeye çalışıldığını görmek mümkündür. Bu sağlandıktan sonra demokratik
özerklik aşamasına geçmeyi, ardından da Türkiye, İran, Irak ve Suriye'den
oluşan dört parçalı konfederal bir devlet kurulması planlanmaktadır. Aslında metnin
4. maddesinin l. fıkrasında geçen "Demokratik Toplumcu Ortadoğu
Konfederasyonunu geliştirmek" ibaresinden de anlaşılacağı üzere hedef
sadece Kürt bölgeleriyle kısıtlı tutulmamış bütün Ortadoğu plana dâhil
edilmiştir. Bu da göstermektedir ki; PKK'nın temeldeki hedefi, Türkiye dâhil
tüm Ortadoğu'ya komünist bir düzen getirmektir.
KCK aslında
2000'lerin ortasında hapisten çıkan PKK'lıların siyaset yapmaları, örgüt içinde
kalmaları, kendilerini kenara atılmış, unutulmuş hissetmemeleri için bizzat
Öcalan tarafından keşfedilmiş bir siyasi istihdam formülüdür. KCK
yapılanmasının temel görevi ise, dağlardan ayrılarak kentlerdeki kontrolü ele
alabilmek, PKK'nın illegal çizgisini sözde legal görünümlü bir yapı dahilinde
hayata geçirebilmektir. Aslında bu şekilde, tüm dünya tarafından bir terör
örgütü olarak tanınmış olan PKK, KCK üzerinden "legal" bir görünüm
altında siyasi süreçlere müdahale etmeyi amaçlamaktadır.
Sözleşmede, KCK
yapısının kurucusu Abdullah Öcalan olarak gösterilmekte ve Öcalan'ın Yürütme
Konseyi başkanını görevlendirdiği ve konsey kararlarını onayladığına vurgu
yapılmaktadır. Yani açık bir şekilde KCK yapılanması, emir ve talimatlarını
Abdullah Öcalan'dan ve PKK lider kadrolarından almaktadır. Şehrin içinde siyasi
görünümlü eylemlerle kaleyi içten fethedecek bir yapılanma zaten Öcalan'ın çok
uzun zamandır istediği bir şeydir. Nitekim Öcalan ile yapılan görüşmeler
incelendiğinde, dayattığı yegane modelin KCK modeli olduğu görülmektedir. KCK,
legal bir görünüm altında şehirlere inerek, burada PKK nüfuzunu güçlü şekilde
hissettirmek üzere var olmuştur. Bu yapılanma altında, KCK'nin bölgedeki bazı
siyasi figürler, belediyeler ve Belediye Başkanları üzerinde baskı ve otorite
kurmaya çalıştığı, milletvekili ve Belediye Başkanlarını belirleme güç ve yetkisine
sahip olduğu da bilinmektedir.
Konuyla ilgili
Stratejik Düşünce Enstitüsü'nün analizi şu şekildedir:
KCK, şehirdeki
kontrolü elinde tutmak ve legal siyaseti PKK çizgisinde tutmakla görevli bir
yapı... Öyle ki, bir Belediye Başkanı bir yere gittiğinde, yanında mutlaka
KCK'dan biri bulunuyor. Halk arasında bunlara 'komiser' deniyor. Belediye
Başkanlarının, onların görüşlerinin dışına çıkmaları mümkün değil. 80
Söz konusu yapılanma
aslında Stalinist sistemlerde yaygın olan bir örgütlenme biçimidir. Bilindiği
gibi Stalin de yazar, sendika, ordu gibi çeşitli örgütlenmeleri doğrudan
oluşturmuş ve buralarda "komiser" olarak isimlendirilen kişileri
göreve getirmiştir. Söz konusu komiserler aslında komünist birer militandırlar.
Onların görevi, söz konusu örgütlenmeleri kontrol altında tutabilmek, şehir
içinde hegemonyayı sağlayabilmek, muhalif sesleri belirleyip, sistemi kendi
istediği gibi düzenleyebilmektir. Şu an geldiğimiz noktada bu, PKK'nın söz
konusu yöntemle HDP üzerinde bir siyasi baskısı şeklinde yorumlanmaktadır.
Nitekim Stalinist kaynaklarda "komiser" terimi; "kontrol altında
tutulmak istenen yapılarla Stalin arasında sıkı ve bozulmaz iç bağlılığın
muhafaza edilmesi" olarak tanımlanmaktadır. 81
Kısaca KCK, illegal
örgüt hedeflerini gerçekleştirmek adına arka planda illegal örgüt üyelerini
bulunduran ama baskı yoluyla ön planda legal siyasi figürleri kullanan,
şehirlerden başlayarak bölgenin tümüne komünist bir sistem getirmeyi hedefleyen
bir yapılanmadır. KCK sözleşme metninden açıkça anlaşılabileceği gibi, bu
sistemin üye kabul eden, yasama gücü ve yargı organları olan, yargılayan,
silahlı mücadele birimi öngören, mahalli ve merkezi teşkilatları bulunan, vergi
toplayan, özellikle yerel yönetimler üzerinde söz sahibi olmaya çalışan bir
yapılanma niteliğinde olduğu açıktır; yani KCK sözde bir devlet gibi hareket
etmektedir. 82
Gazeteci-yazar Sedat
Laçiner'in şu tespiti önemlidir:
KCK, şehirde
sivil itaatsizlik eylemlerini yönetecekti, halkı eylemlere sokacaktı, Fransa'da
olduğ̆u gibi arabalar yakılacak, halkla polis çarpışacak, dolayısıyla da
devlet-halk karşı karşıya getirilmiş olacaktı. Bunun yarattığı zemin üzerinden
de, KCK Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne paralel bir ikinci devlet olacak ve bu
devletin bir kitlesini inş̧a etmeye çalış̧acaktı. Devletin mahkemesi - KCK'nın
mahkemesi, devletin valisi - KCK'nın o ildeki sorumlusu gibi paralel bir
otorite yaratma çabası olarak planlanmış̧tı.
KCK'nın çalışma
yöntemlerinde ş̧iddet hâlâ merkezde. Bir hareketi terör olmaktan çıkaran,
şiddete ne kadar baş̧vurup başvurmadığıdır. Anahtar kelime ş̧iddettir...
İnsanlar terörist olduğunuzu düş̧ünüyor ve sizden korktuğu için bazı eylemlere
katılıyorsa, dükkanını kapatıyorsa bu bir terör eylemidir. KCK'nın
Diyarbakır'daki bir sorumlusu bir mahkeme düzenliyor, ona insanlar istemese de
gidiyor, yargılanma sonunda ceza alıyorsa burada yasa dışı bir terör eylemi
var. Bomba patlamıyor olması onu terör eylemi olmaktan çıkarmaz. 83
Siyasi yapılanma
denilen örgütlenmenin, aslında tümüyle PKK'nın denetiminde, hatta PKK'nın baskısı
altında olduğunu ise gazeteci yazar Adem Yavuz Arslan şu şekilde ifade
etmektedir:
Görünen o ki
Belediye Başkanlarını halk seçmemiş; KCK isim önermiş ve olmuş. Hiçbir
inisiyatifleri yok. Hatta eylemlere katılmadıkları gerekçesiyle yargılanıp
cezalandırılıyorlar. Bir temizlik işçisi Osman Baydemir'i sorguluyor, ceza
veriyor. 84
Bu aşamada, Meclis
içinde yer alan ve legal siyaset yapan bir kısım partilerin doğrudan KCK'nın
emri hatta baskısıyla hareket ettiği gerçeği her zamankinden daha fazla ortaya
çıkmaktadır. Aslında Pervin Buldan'ın, "Kandil, İmralı ve parti tek bir vücut halinde mi hareket
ediyorlar?" sorusuna verdiği cevaba dikkat vermek gerekmektedir:
Açıkça şunu
ifade etmekte yarar var, Kürt Özgürlük Hareketi (PKK'yı kastediyor) ile
Türkiye'de siyaset yapan kurumları birbirlerinden ayrıştıramazsınız. Sonuçta
özgürlük hareketinin içinde siyasi mekanizmada görev yapanların yakınları,
akrabaları, kendi çocukları var. 85
Adem Yavuz Arslan
ise bu konuyla ilgili şöyle devam ediyor:
BDP'li (HDP)
siyasetçilerle ilgili bölümler ise düşündürücü. Çünkü, BDP'liler adeta KCK
elinde esirler. Hiçbir inisiyatifleri yok. ... Nasıl konuş̧acağ̆ından tutun da
nerede ne yapacağ̆ına kadar her şeyi onlar belirliyor. 86
Konuyla ilgili
olarak gazeteci-yazar Ahmet Altan'ın şu saptamaları oldukça önemlidir:
Okuyun KCK
sözleşmesini.
Bir diktatörlük
anayasası o.
Okuduğum
maddelerden dehşete düştüm.
Önce özgürlükçü
anlatımlarla başlıyor sonra 'tek karar mercii' olarak 'önderliği' gösteriyor.
'Önderlikle'
aynı fikirde olmayan bir Kürt ne yapacak bilmiyorum, öyle bir ihtimal o
anayasayı yazanların aklından bile geçmemiş.
Onlara göre
hiçbir Kürt, hiçbir konuda 'önderlikten' farklı düşünemez anladığım kadarıyla.
KCK Yürütme
Konseyi, Halk Özgürlük Mahkemesi Savcılığını görevlendirebiliyor, yargıçları
atayabiliyor.
'Basın komitesi'
ise 'ideolojik ve ulusal birliğin pekiştirilmesine yönelik çalışmalar'
yürütüyor.
Gerçekten böyle
bir düzende yaşamak istiyor mu Kürtler?
Türklerin
yıllarca süren baskılarından kurtulmanın tek çaresi, önderlikle, konseylerle,
komitelerle yönetilen, 'ulusal birlik' anlayışını resmîleştiren bir toplumda
yaşamak mı?
BDP'li
dostlarımız KCK'nın bu 'anayasasını' çok çağdaş ve yararlı buluyorlarsa aynı
maddeleri Türkiye'nin yeni anayasası için önerecekler mi?
Türkiye'nin bir
'önderliği’, yürütme konseyi, komiteleri olsun mu? Savcıları, yargıçları atama
hakkı konseye verilsin mi?
Eğer bunları
Türkiye anayasası için istemeyeceklerse, bunları Kürtlere mi reva görüyorlar?
Türklerin asla
kabul etmeyeceği, bugün artık kimsenin Türklere teklif bile edemeyeceği bir
anayasa neden Kürtlere Kürtler tarafından dayatılıyor? 87
Söz konusu örgüt
anayasası, PKK tarafından Kürtlere dayatılmaktadır. Bir komünist diktatörlük
anayasasının bizim canımız ve parçamız olan Kürt halkına KCK yoluyla
dayatılacak olması, aslında Güneydoğu'ya ve sonrasında Ortadoğu'ya yönelik
nasıl bir plan yapılmakta olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bunu daha iyi
anlayabilmek için KCK'nın neyi hedeflediğini daha yakından görmekte fayda
vardır.
1. Diktatörlük
Sistemi ve Liderin Putlaştırılması
Komünist diktatörler, kitlelerin itaatini kolaylaştırmak için putlaştırılmışlardır. Lider kimi zaman parlayan bir güneş gibi canlandırılmış veya dev heykellerle tasvir edilmiştir. Kim Il Sung'un heykelinin önünde eğilen kitleler, bu propagandanın günümüzde de ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. (Altta sağda) |
Komünist rejimlerde
sistemi yöneten Lenin, Stalin, Mao, Kim Il Sung gibi diktatörler, kendilerini
toplumun gözünde adeta bir ilah haline getirecek kitlesel bir beyin yıkama
programı yürütmüşlerdir. İngilizce'de bu liderlerin politikasını tanımlamak
için kullanılan "cult of personality" (kişi kültü) kavramı
"lider putlaştırmasını" ifade eder.
Lenin, Stalin, Mao,
Kim Il Sung gibi komünist diktatörler kitlelerin itaatinin sağlanması için
putlaştırılmıştır. Lider bazen halkın üzerinde parlayan bir güneş gibi
canlandırılmış, bazen de dev heykelleri yapılarak insanların bu heykellerin
önünde secde etmesi sağlanmıştır. Tüm bunların gayesi, komünist lideri, şaşmaz
bir yol gösterici olarak sunmak ve kendine itaat edenlere sözde mutluluk ve
yaşam sevinci getiren bir sözde "ilah" olarak tasvir etmektir.
PKK'nın lideri
Abdullah Öcalan da, ilk komünist devrim olan Rus Devrimi'nin lideri Lenin'le
başlayan bu putlaştırma yöntemini kullanmaktadır.
Bu eğilimin etkisini
KCK Sözleşmesi'nde "Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi Kurucusu ve
Önderi" başlığı altında yer alan 11. maddede görmek mümkündür. Sözleşmede
terör örgütünün başı, Kürt halkının lideri olarak gösterilen, halkın bütün
ihtiyaçlarını bilen ve karşılayan haşa bir ilah gibi tasvir edilmiştir. Güya o,
son karar merciidir, altındakilerin tümü ona tabidir. Önderlik olarak
isimlendirilen bu sözde ilahi şahsiyete karşı çıkmak Madde 33'te belirtildiği
gibi savaş sebebidir.
Terör örgütünün
lideri Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık
Manifestosu isimli kitabında kendini Kürt toplumunun her şeyini düşünen,
planlayan, onlar için acı çeken ve onlara özgürlük yolunu açan, kapitalist
uygarlıkların vahşiliği karşısında Ortadoğu'daki Kürt halklarının haklarını ve
geleceklerini korumaya çalışan bir önder gibi tanıtır.
Öcalan'ın kitabında
kendine ilahi bir görünüm verme çabası kamuoyunda KCK Davası olarak bilinen
davanın savcısının da dikkatini çekmiştir. İstanbul Cumhuriyet Savcısı Adnan
Çimen hazırladığı iddianamede, Öcalan'ın kendisini mitolojik ve cinsiyetsiz bir
yarı tanrı gibi göstermeye çalıştığını şöyle ifade etmiştir:
Öcalan da tıpkı tarihteki komünist diktatörler gibi kendisini -Haşa- ilah gibi gösterme çabasında olmuştur. Kitleler üzerinde bu yolla etki sağlamaya çalışmıştır. |
Hatta Öcalan,
'Urfa'dan çıkışını Hz. İbrahim (as)'ın İbrani kabilesinden çıkışına,
yakalanması sürecini de Hz. İsa (as)'ın çarmıha gerilmesine' benzeterek
kendisini kutsamakta ve kendisine mitolojik ve cinsiyetsiz bir yarı tanrı
sıfatı vermeye bile çalışmaktadır.
Dolayısıyla
sözleşmede önderlik olarak cisimleştirilmeye çalışılan Öcalan'a hem fiziki hem
de ruhani bir kimlik kazandırılmakta, Kürt halklarının tek ve evrensel
temsilcisi olarak lanse edilmekte, Öcalan üzerinden Kürt toplumu belirli bir
refleks düzeyinde tutulmaya çalışılmaktadır...
Ayrıca terör
örgütü liderinin kendini Hz. İbrahim (as)'e benzetmesi de trajikomiktir. Çünkü
iddianamenin değişik yerlerinde belirtildiği üzere kendisi Kürt halkının geri
kalışından ve diğer mağduriyetlerinden din faktörünü mesul tutmaktadır. Böylesi
birinin kendini halk nezdinde kutsal kabul edilen kavramlarla özdeşleştirmeye
çalışması ise sadece istismardır.
PKK'nın kurucularından
olan fakat daha sonra örgütten ayrılarak yurt dışına yerleşen Selim Çürükkaya
ise, Öcalan'ın kendine bakışındaki hastalıklı ruh halini şu şekilde ifade
etmiştir.
Kendisini
sıradan bir lider görmekten ziyade, ulu bir önder diye nitelendiren Öcalan, PKK
içerisinde de ululuğunu kabullendirmek için her akşamüstü 'Canımızla kanımızla
seninleyiz ey başkan!’ diye slogan attırarak militanların ebediyen kendisine
sadık olmasına çalışmıştır.88
Öcalan'ın örgüt
üyelerine yaptığı bir konuşma da bu anlamda manidardır:
Ben kendimi
müthiş ayarlayan birisiyim. İnsanlığın en düşük seviyesinden en yücesine
ulaşıncaya deyin kendimi bir tanrı kadar bilinçli, yetkili ve iradeli kılmış
durumdayım.89
Nitekim, KCK
üyelerinin teknik takibe takılan telefon görüşmelerinde Öcalan'ı peygamber gibi
gördükleri anlaşılmaktadır. "Kabe" olarak kabul ettikleri Öcalan'ın
evini doğum gününde ziyaret eden KCK'lılar "Tavaf
ettik hacı olduk. Toprağına yüz sürdük" ifadelerini kullanmışlardır.90
Benzeri bir başka
olay, Diyarbakır'ın Sur ilçesinde gerçekleşmiştir. İskenderpaşa Mahallesi'nde
bulunan ve BDP'ye yakınlığıyla bilinen EŞİT-ÖZGÜR-YURTTAŞ derneğinin duvarına
yazılan "Peygamber Apo'ya selam. KCK"
yazısı çevre halkının tepkisine neden olmuş ve yazı daha sonra bazı vatandaşlar
tarafından boyayla silinmiştir. 91
Görüldüğü gibi KCK
sözleşmesinin öngördüğü "önderlik" kavramına göre Öcalan bir ilah
olarak kabul edilecek (Allah'ı tenzih ederiz) ve bunun sonucunda da kapsamlı ve
kanlı bir diktatörlüğün denetimi altında komün sistemi oluşturulacaktır. Bu
komün sistemini ise KCK sözleşmesindeki tarifler ışığında şöyle
inceleyebiliriz:
2. KCK Sözleşmesinin
Öngördüğü İlkel Komünal Toplum
SAHTE Marks, komünizm fikrini sahte evrim teorisinden esinlenerek geliştirmiş, canlılar arasında diyalektik bir gelişim olduğu iddiasından yola çıkarak tarihin de bu diyalektik çerçevesinde geliştiğini iddia etmiştir. Oysa ne canlılar ne de tarih diyalektik içinde gelişmiştir. Evrim, tümüyle bir safsatadır. |
Karl Marks, bugün
geçersizliği kesin bilimsel delillerle ispatlanmış olan Charles Darwin'in evrim
teorisinden yola çıkarak tarihi yorumlamış, canlılarda sözde ilkelden gelişmişe
bir diyalektik olduğunu varsaymış ve bunun tarihe de uygulanması gerektiğini
öne sürmüştür. Odağında materyalizmin olduğu bu sahte anlayışa göre sözde tarih
ilk insansılarla başlar. İnsansı denen bu hayali canlı ne tam insan, ne de tam
gorildir ancak alet kullanmayı öğrendikçe güya zaman içinde insansı özellikler
kazanmıştır. Bilindiği gibi bu sahte hikaye, bugün çocuklarımıza okul
kitaplarında halen anlatılmaktadır.
Daha önceki
satırlarda açıkladığımız önemli bir gerçeği bu noktada tekrar hatırlatmak
gerekmektedir: Bilimsel kanıtlar ışığında canlıların geçmişinde ilkelden
gelişmişe bir değişim hiçbir şekilde olmadığı gibi, tarih de, ilkelden
gelişmişe bir diyalektik içinde gelişmiş değildir. Dolayısıyla
"ilkel" varlıkların yaşadığı "ilkel" dönemler hiçbir zaman
var olmamıştır. İnsanlık, var edildiği dönemden bu yana akıllı ve medeni
toplumlardan oluşur, hatta öyle ki, geçmiş çağlarda şu an sırrına
erişemediğimiz bizden çok daha ileri ve medeni toplulukların yaşadığına dair
izler vardır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Tarihi Bir Yalan: Kabataş Devri)
Marks'ın sahte evrim
hikayesine göre yorumladığı sahte tarih anlayışında yarı çıplak, maymuna
benzeyen, elinde mızrak tutan adamlar, ortada başıboş dolaşan çocuklar vardır.
Kadınlar meyve toplar ya da yemek yaparlar. Uğraşılarının büyük bir bölümü
yiyecek temin etmek olan bu insanlar her şeylerini paylaşırlar. Avladıkları
hayvanları ortaya yığar ve hep birlikte yerler. Silahlar, yiyecekler, hatta
kadınlar bile ortak kullanıma dâhildir.
Vahşi kapitalizm elbette beraberinde felaket getiren kirli materyalist bir sistemdir. Fakat bunun çözümü, ondan daha korkunç bir şiddet ideolojisi olan komünizm değil, sadece ve sadece Kuran'a dayanan İslam ahlakıdır. |
Materyalistler ve
özellikle komünistler bu tarif ile biriktirmenin, aç gözlülüğün, bencilliğin
olmadığı bir toplum modeli tarif etmeyi hedeflerler. Marksistlerin iddiasına
göre mülk edinme, aile sahibi olma, biriktirme gibi bir kaygıları olmayan söz
konusu hayali toplumda hiçbir sosyal çatışma yaşanmayacaktır. Fakat aslında bu
tarifteki toplum öylesine dejeneredir ki, sadece özel mülkiyet değil, aile,
ahlak ve din anlayışı da yoktur. Tüm değerlerini yitirmiş böyle bir toplum
içinde ise çatışmalar, sokak ortasında gerçekleştirilen katliamlar, şiddetli
kavgalar ve savaşlar şeklinde kendini gösterecek; ahlaksızlık ve dejenerasyon
tarif edilemez boyutlara ulaşacaktır.
Vahşi kapitalizmin
elbette eleştirilmesi gereken çok acımasız yönleri vardır ve bu konu daha
önceki pek çok çalışmamızda detaylı incelenmiş ve kapitalist düşüncenin
zararları kapsamlı ele alınmıştır. Fakat kapitalizmin vahşi yönünü yermek adına
kurgulanmış bu hayali komün sistemi, inanç, din, kutsal değerler, aile, ahlak
gibi insanı insan yapan temel şartları yok sayarak daha korkunç bir sistemin
tarifini yapmaktadır. Allah korkusunun olmadığı bir ortam kısa bir zaman dilimi
içinde vahşet, şiddet ve psikopatlığın kök saldığı bir savaş alanı haline
gelecek, kadın ve çocukların orta malı olması toplumu önüne geçilemez bir
dejenerasyona doğru sürükleyecek, saygı duyulacak bir değer, kurum kalmamış
olacaktır. Toplumu oluşturan bireyler sahte evrim teorisinin iddialarını gerçek
sayarak birbirlerine gelişimini tamamlamamış birer hayvan muamelesi yapacak ve
şiddet oldukça kolaylaşacaktır. Unutulmamalıdır ki insanları ahlaksızlık ve
şiddete sürükleyen sebep sadece kapitalizmin getirdiği açgözlü sistem değil,
asıl olarak Allah korkusunun olmayışıdır. Hiçbir inancı ve değeri olmayan bu
hayali komün toplumu içinde mutlu bir tablo çizilmesi, bu sebeple olağanüstü
derecede aldatıcıdır.
Vahşi kapitalizmin
getirdiği felaketlerin sona ermesi isteniyorsa; insanların eşitlik, özgürlük,
sevgi, merhamet, insan hakları ve demokrasi ışığı altında yaşamaları
hedefleniyorsa bunun tek yolu Kuran'da tarif edilmiştir. İslam adına hurafelere
uyarak değil, sadece Kuran'a uyarak meydana getirilen bir sosyal sistem,
insanların tümünün refah ve adalet içinde mutlu yaşamalarını sağlayacak yegane
sistemdir.
PKK'nın hayal ettiği
komünal sisteme dönecek olursak, hiçbir bilimsel gerçeğe dayanmayan bu hikaye
KCK Sözleşmesi'nin başlangıç kısmında "Kürt
halkının demokratik ve komünal yaşamının tarihsel geleneğine sahip çıkarak"
ifadesiyle sahiplenilmiş, güya Kürt halkının böyle yaşadığı iddia edilmiştir.
Gerek Marks, gerekse onun fikirlerini esas alan Abdullah Öcalan'a göre günümüz
toplumlarında yer bulan kazanç ve mülk edinme, din ve ahlak gibi konular
komünal toplumda değerlerin kaybı olarak değerlendirilmektedir. PKK'nın yayın
organlarından biri olan bir internet sitesinde ise ilkel komünal toplum
tarzında bir yaşayışın sözde önemi şu cümleler ile anlatılmıştır:
Komünizmin ön şart olarak sunduğu komünal toplumda, toplumun liderlerinin dışında kalanların tümü "güdülmesi gereken koyun" olarak değerlendirilirler. |
Toplumsal
varlığın oluşumundaki komünal nitelik, biçime değil öze ilişkin bir husustur.
Toplumun ancak komünal tarzda varlığını sürdürebileceğini kanıtlar. Komünal
niteliğin yitirilmesi toplum olmaktan çıkmakla özdeştir. Komünal değerlerin
aleyhindeki her gelişme toplumdan birtakım değerlerin kaybı anlamına da gelir.
O halde komün halindeki yaşamı temel yaşam biçimi olarak değerlendirmek
gerçekçidir. İnsan türü, varlığını, bu yaşam biçimi olmadan sürdüremez.92
Burada "komünal
değerlerin aleyhindeki her gelişme" ifadesiyle din, ahlak gibi manevi
unsurların varlığı kastedilmektedir. Manevi hiçbir değer olmaksızın oluşturulan
böyle bir sistemde acıma, merhamet, sevgi gibi kavramların bulunması
imkansızdır; dolayısıyla bu çarpık inanışa göre insan değersiz bir varlıktır.
İşte bu anlayış sonucunda, örneğin üst kademedeki bir PKK'lı, emrindeki teröristlere
çatışmada yaralanan arkadaşlarının kafasına sıkıp kaçmalarını gönül rahatlığı
ile söyleyebilmektedir (bu konunun detaylarına "PKK'da İç İnfazlar" başlığı altında değinilecektir). Bir
gösteri sırasında çocukların yaralanmasının ya da kadınların ölmesinin hiçbir
değeri yoktur. Bu insanların korkunç mantığına göre, Kürt dahi olsalar kadın ya
da çocuk hepsinin değeri ancak bir koyun kadardır yani feda edilmelerinde
hiçbir sakınca yoktur.
KCK Sözleşmesi'nin
giriş kısmında komünal toplum düzenine yeniden dönülmesi gerektiği ve bunun
örgüt için önemi şu cümlelerle anlatılmıştır:
Komünal
demokratik duruşun çağdaş değerlerle yeniden yaratılması, sosyalizmin yeniden
yükselen değer haline getirilmesidir.
Görüldüğü gibi
hedef; komünist düzeni tekrar inşa etmek, bunun için de günümüz ortamları
içinde komünal toplumu inşa etmektir.
Sorun şu ki, PKK'nın
özlem duyduğu komünal yaşam Güneydoğu Anadolu'daki Kürt kardeşlerimizin yaşam
şekli ile taban tabana zıttır. Komünal yaşamda din yoktur, Kürt halkı ise
dinsiz yaşayamaz. Komünal yaşamda aile diye bir mefhum yoktur; oysa Kürt
kardeşlerimiz için aile ve aşiret değerleri kutsaldır. Komünal yaşam, komün
üyelerinin diledikleri zaman, anne-kardeş-bacı fark etmeksizin diledikleri kişi
ile cinsel ilişkide bulunmalarını serbest hale getirmektedir. Böyle bir yapı,
Kürt kardeşlerimiz için adeta bir kabustur.
Sol görüşlü bir
internet sitesi bu durumu komün üyeleri için "Bu komünal yaşam tarzı içinde serbestçe sevip, çiftleşerek fiziki ve
toplumsal varlıklarını sürdürdüler…"93 diyerek anlatmaktadır.
Öcalan'ın kendisini -Haşa- ilah ya da peygamber gibi gösterme çabası bir kısım PKK militanları arasında da kabul görmüştür. Lideri ilahlaştıran böyle bir sistem, kolay bir itaati de sağlamıştır. Sistemi sorgulayanların ise zaten örgüt içinde yaşama hakkı yoktur. |
3. Özgürlük Değil
Dayatma: KCK Vatandaşlığı
KCK Sözleşmesi'nin
en önemli özelliklerinden biri Türkiye Devletini tümüyle reddetmesi ve halka
"KCK vatandaşlığı"nı dayatmasıdır. Söz gelimi 5. maddede, "Kürdistan'da doğup yaşayan veya KCK
sistemine bağlı olan herkes KCK vatandaşıdır" şeklinde bir ibare
geçmektedir. Buradaki Kürdistan ifadesinin umarsızca Güneydoğu Anadolu bölgemiz
için kullanılmakta olduğu aşikardır. Sözleşmeye göre, Güneydoğu'da doğmuş ve
orada yaşamakta olan herkes sözleşmeyi kabul etmek zorundadır ve dolayısıyla
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil KCK vatandaşıdır. Bir Kürt'ün sözleşmeye
aykırı davranmaktan öte sözleşmeye ters bir şey düşünmesi bile suç
sayılmaktadır. Sözleşmeye uymamak, "ihanet ve teslimiyet" olarak değerlendirilip
cezalandırılacaktır. Cezalandırma 27-30. maddelerde düzenlenen "yargı
erki" içinde "halk mahkemeleri" tarafından yapılacaktır.
Bu uygulama, bölgede
etkili siyasetçileri dahi kapsamış, hatta uygulamaya geçirilmiştir. KCK,
Diyarbakır Belediyesi'nin eski Başkanı Osman Baydemir'i 2008 yılında
"Öcalan irademdir" kampanyasına imza atmadığı için, belediyede
temizlik işçisi kadrosunda görev yapan iki kişi tarafından yargılatmıştır.94
Komünal yaşamda aile diye bir mefhum yoktur. Din, ahlak, devlet ve aile kavramlarının terk edildiği bu sistem, şiddet ve ahlaki dejenerasyonun asıl kaynağıdır. |
Gazeteci-yazar Murat
Yetkin, KCK mahkemeleri tarafından yargılanıp suçlu bulunan bir kişinin
kendisinden yana yakıla avukat istemesi gibi garip bir olayı anlatmış ve şöyle
devam etmiştir:
Asıl
şaşırdığımız, vatandaşın bu durumu, yani PKK'nın Türkiye Cumhuriyeti sınırları
içinde, resmi mahkemelere paralel olarak mahkeme kurmasını doğal, kararlarını
da meşru karşılamış olması.
Görülüyor ki,
Güneydoğu'da PKK tarafından kurulmuş olan korku imparatorluğu, halkı bu sahte
mahkemelerle muhatap olmaya zorlamakta ve ciddi şekilde tehdit etmektedir. Söz
konusu yazıda Murat Yetkin şu doğru tespitte bulunmaktadır:
Leninist teoride
'ikili iktidarlar' denilen, bizim 'paralel devlet' diye ifade edebileceğimiz
'devlet içinde devlet' yapıları bunlar; Kobani'deki (Ayn el-Arab) 'Kanton'
örgütlenmesinin temeli de buydu zaten. Yalnız mahkeme de değil… Diyarbakır
kırsalında, Şırnak kırsalında, PKK'nın sadece 'şehitliklerini' değil, kendi
polisini, cezaevini, hatta dağa adam gönderme amaçlı, kendi 'askere alma'
noktalarını oluşturmuş olması. 95
Bütün bunların yanı
sıra, "KCK vatandaşı" olarak dayatılan kişiler, Sözleşme'nin 31-33.
maddelerine de uyum göstermek zorundadırlar. Söz konusu maddelerde "KCK
vatandaşları"na "meşru savunma yükümlülüğü" konmuştur: "Herkes meşru savunma için hazırlıklı olmakla
ve meşru savunma çalışmalarını desteklemekle yükümlüdür... Tüm barışçıl
eylemler boşa çıkarsa ayaklanma ve öz savunmaya dayalı gerilla savaşları
gündeme gelir..." Bir başka deyişle halk, önce KCK vatandaşı olma
zorunluluğunda bırakılmakta, ardından da meşru savunma adı altında PKK
üyelerinin girişeceği gerilla savaşına katılmak mecburiyetinde kalmaktadır.
KCK, Güneydoğu'yu sinsi yöntemlerle ele geçirmeyi ve bölgede komünist-Leninist felsefeye uygun bir korku imparatorluğu kurmayı hedeflemektedir. Çözüm süreci adı verilen ateşkes döneminde bunu büyük ölçüde hayata geçirmiştir. |
4. Örgütün Terörü
Meşrulaştırma Çabası
KCK Sözleşmesi'nde
madde 4 ve madde 9/a'da "Kürdistan'ın emperyalist bir sömürge sistemi
altında olduğu" iddia edilmektedir. Burada kastedilen Türkiye'nin Güneydoğusu
ve Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. Bu ifadelerde geçen Kürdistan ifadesi,
sadece PKK'nın bölücü emellerinde geçen sahte bir izahtır. Devletimizi bu
izahlardan tenzih ederiz.
Daha önceki bölümde
bahsettiğimiz "Meşru Savunma Yükümlülüğü" başlıklı Madde 32'de ise
PKK ve KCK elemanlarının düzenlediği terör eylemlerine, "sömürgecilik
karşıtlığı" gibi bir söylemle meşruiyet sağlanmaya çalışıldığı
görülmektedir. Ayrıca "uzun süreli halk savaşı stratejisi",
"karşı devrim", "devrimci zor" ve "ulusal kurtuluş
savaşı" gibi sözleşme metninde geçen terimler ile örgüt, asli yöntem
olarak şiddet kullanımını öne çıkartarak, 'terörü', meşru bir mücadele gibi
sunmaya çalışmıştır.
Hatırlatalım:
PKK'nın kuruluş manifestosu ve eylemleri temelde hep manifestoda "sömürgeci
güç" olarak tanımlanan Türkiye Devletinin yıkılması hedefini esas
almıştır. Dolayısıyla KCK anayasasında asıl planlanan, Güneydoğu'da kurulan
devletin cebren elde ettiği "KCK vatandaşlarını" yani Kürt halkını
"meşru savunma" adı altında terör eylemi yapmaya zorlamak olacaktır.
İNTİKAM YDG-H PKK militanları, KCK'nın alan hakimiyeti sayesinde ülkemizin sokaklarında terör estirmektedir. Altta: PKK'lılar tarafından ateşe verilmiş Cizre sokakları |
5. Mevcut Devlet
Yapısının Yıkılarak Yeni Bir Devlet Yapısının Kurulması
KCK Sözleşmesi'nin
de önsöz bölümünde "Kürdistan
Demokratik Konfederalizmi bir devlet sistemi değil, halkın devlet olmayan
demokratik sistemidir" denmektedir. Sözleşmede sık sık devlet kavramı
sert bir biçimde eleştirilmekte ve sözde yeryüzündeki tüm kötülüklerin
nedeniymiş gibi sunulmaktadır. Bunun kuşkusuz en önemli sebebi, komünizmin
tümüyle devlet kavramına karşı olmasıdır.
Her ne kadar
sözleşmenin başlangıç kısmında KCK için farklı bir tanımlama yapılmaya
çalışılsa da, çeşitli hükümlerde KCK sistemi içinde 'yurttaşlık', 'vergi
toplama', 'meşru savunma savaşı hali', 'aktif katılma yükümlülüğü', 'yasama
organı', 'yürütme konseyi', 'yargı sistemi' gibi yapılanmalar tanımlanmaktadır.
Tüm bunlar tam anlamıyla bir devlet sistemini tarif etmektedir.
Nitekim terör
örgütünün lideri Abdullah Öcalan bir kitabında "…sorunları sadece Devleti yıkma mantığıyla aşamayacağımız ortadadır.
Kaldı ki, Sovyet deneyiminde komünistlerin Çarlığı yıkmaları ve kendi
diktatörlük rejimlerini kurmalarının sonuçları yeterince ders verici
özelliktedir.”96 demiştir. Bundan da anlaşılacağı üzere Öcalan
ve yönettiği KCK yapılanması Devleti tümden yıkarak yerine komünist ideolojiye
göre yeni bir devlet inşa etmeyi amaçlamaktadır.
KCK'nın alan hakimiyeti sayesinde Türkiye sokaklarında, rahatlıkla silahlarla dolaşabilen maskeli YDG-H'liler.
KCK anayasası, aslında hedeflenen bu komünist sistemin uygulaması olarak düzenlenmiştir. Başta bir diktatör olacak, mevcut legal Devlet yıkılacak ve komün sisteminin şartlarını belirleyen KCK kurallarına göre halk birer köle haline getirilecektir. Bu olurken halk, sözde KCK devletinin direktiflerinden çıkamayacak, çıkanlar derhal cezalandırılacak, terör ise bir devlet kanunu olarak uygulamada olacaktır. Komünist düzenin getirilip uygulanması bu bölgelerle de sınırlı kalmayacak, söz konusu komünist devlet düzeni, tüm Ortadoğu'ya ve ardından dünyaya yaygınlaştırılacaktır.Bugün dünyada ve Türkiye'de belli bazı kesimlere "PKK'nın nihai hedefi nedir?" diye soracak olursanız alacağınız muhtemel cevaplar Kürt kimliğinin tanınması, ana dilin kabul görmesi ya da özerklik olabilir. Oysa terör örgütünün gerçek hedefi bunlardan hiçbirisi değildir. Çünkü terör örgütü, Kürtler için değil, komünist düzeni tüm Ortadoğu'ya hatta tüm dünyaya yaymak için örgütlenmiştir. Bunun için Kürt milliyetçiliğini, Kürtçeyi ve yıllar boyunca Kürt kardeşlerimizin ezilmişliğini sadece bir araç olarak kullanmaya çalışmaktadırlar.
Komünist söylemleri
taktik icabı bir süre önce bırakmış olan Öcalan, aslında bu planı farklı
ifadelerle tarif etmektedir:
KCK Sözleşmesi,
devletçi zihniyeti aşan toplumsal ilişkiler düzeneği yaratarak, halkın
demokratik örgütlenme ve karar gücüne dayanan derinleşmiş radikal demokrasiyi
Kürdistan'dan başlayarak, Ortadoğu'ya ve tüm dünyaya yayma hamlesinin başlangıç
aşaması durumundadır. 97
Burada bahsedilen
"radikal demokrasi" aslında PKK'nın 40 yıldır özlem duyduğu komünist
düzendir. Demokrasi kelimesi sadece göz boyamak için kullanılmıştır, gerçekte
demokrasi ile hiç alakası yoktur.
Burada Devletimizin
ve yöneticilerimizin dikkat etmesi gereken husus şudur: PKK'yı, Kürtlere ana
dilde eğitim hakkı vermek, Güneydoğu'ya özerklik tanımak ya da federe devlet
kurmak durdurmayacaktır. PKK'nın bölgedeki faaliyetlerini durdurması ve Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin otoritesini tanıyarak kabullenmesi, ideolojisi nedeniyle
mümkün değildir. PKK -Allah korusun- Güneydoğu Anadolu'yu Türkiye'den
kopararak, burada komünist bir devlet kurmayı başarırsa bununla yetinmeyecek,
Türkiye'nin kalan kısmını da komünist yapmak için terörist eylemlerine var
gücüyle devam edecek, oradan ise güneyden Ortadoğu, batıdan Balkanlar ve
Avrupa, kuzeydoğudan ise Kafkaslara uzayarak komünist dünya devletinin
temellerini atacaktır. Bir kere alt yapıyı sağladıktan sonra ise, kendisine taraftar
bulması kuşkusuz hiç de zor değildir.
PKK daima Kürt milliyetçiliğini kullanmış ve bir kısım halkı bu yolla aldatabileceğine inanmıştır. Oysa Kürtlük efendiliği, PKK ise kalleşliği temsil eder. |
PKK'lı militanlar artık sokaklara inmiş durumdadırlar. Güneydoğu halkımız çok uzun zamandır PKK teröristlerinin baskısı altında yaşamaktadır. |
Karşımıza çıkan
durum vahimdir. Güneydoğu, tamamen komünist bir terör örgütünün oluşturduğu
devlet mekanizmasının adeta denetimi altındadır. PKK, sınırlarımızın içine,
şehir merkezlerine kadar girmiş durumdadır. Türkiye'nin Güneydoğusunda bazı
bölgelerde KCK mahkemeleri legal birimler gibi kabul edilmekte, Devlet
binalarına Öcalan posterlerinin asılması sıradan olaylar haline getirilmekte,
Öcalan posterli sokak çadırlarında yargılamalar yapılmaktadır. PKK, kendi
ordusunu kurmuş, sokak ortasında gövde gösterileri, talimler yapmakta, yol
kesip eşkıyalık yapmakta, sinsi pusularla şehir içinde askerimizi, polisimizi,
vatandaşlarımızı şehit etmektedir. PKK saldırılarından güç bulan KCK'nın
tehdidi altındaki bazı HDP'li belediye görevlileri pervasızca "özerklik
ilan ettik" diye meydanlara çıkabilmektedirler. Bunun da PKK baskısıyla
gerçekleştiğini unutmamak gerekmektedir.
Ak Parti
milletvekili Orhan Miroğlu, 17 Mayıs 2015 tarihinde henüz "çözüm
süreci" gündemdeyken yazdığı "Mardin 'Kantonundan' Yazıyorum"
başlıklı yazısında, Kızıltepe ve Dargeçit'de son bir ay içinde dağlara, çoğu
çocuk 150’ye yakın kişinin götürüldüğünü yazmıştır.98 Şanlıurfa Valisi İzzettin Küçük ise katıldığı
televizyon programında 2015 yılının ilk 6 ayında tüm bölgede kaçırılan çocuk
sayısının 3 bin olduğunu belirtmiştir. Sadece Suruç ilçesinde 400 çocuk
kaçırılmıştır. Küçük; "Bize gelen
istihbaratlar, 'PKK her evden bir çocuk dağa çıkarmak istiyor' şeklinde. Ayrıca
bölgede pek çok muhtar Kobani'ye kaçırıldı Şanlıurfa'da. Biz bunları diğer
makamlara bildirdik.”99 diyerek durumun vahametini ifade etmiştir. Yazıktır ki
bu sadece bilinen rakamlardır. Bölgede yaşayan ailelerin mücadeleleri devam
etmekte, pek çoğu çocuklarının kaçırılmalarını son dakikada engelleyebilirken,
kimi çocuğunu saklamakta, yokluk içindeki pek çok aile ise varlarını yoklarını
harcayarak çocuklarını uzak şehirlere göndermektedir. PKK şehirlerde alan
hakimiyeti kurmuş durumdadır. Sadece polisimizi, askerimizi ve vatandaşımızı
şehit etmekle kalmamakta, çocuklarımızı dağlara kaçırmakta ve hayret verici bir
şekilde bunun önüne geçilememektedir.
Türkiye şehirlerinde yol kesen YDG-H militanları. Bu pervasızlık, sözde ateşkes döneminde zemin bulmuş ve şu an PKK, şehirlerin içlerinde hain pusular kuracak raddeye gelmiştir. |
Miroğlu, Ak Parti
milletvekili adayı olarak gerçekleştirdiği seçim çalışmaları sırasında Mardin
Dargeçit ilçesine ziyaretini şu sözlerle anlatmaktadır:
Geçenlerde ilçe
örgütümüzü ziyaret ettik. Karşılayanların sayısı 20 kişi kadardı. Korku dağları
bekler. AK Parti bu ilçeden alabileceği oyu alacak, ama hemen her gün evine ses
bombası atılan, kapısı penceresi kurşunlanan insanlar, oy verip Meclis'e
gönderecekleri vekillerine gün aydınlığında bir merhaba bile diyemeyecek kadar
büyük bir baskı altındalar.
Arkadaşlarımı
bilmem, ama bir an, kendimi Güney Kore'de sınırı geçip Kuzey Kore'de seçim
çalışması yapıyor gibi hissettim. Oysa sayılamayacak kadar çok dostum var bu
ilçede. İlçenin üstüne çöken bu karabasan olmasa, bizi ilçenin girişinde
karşılayacaklarından hiç şüphem yoktu...100
YDG-H militanları, ateşkes dönemi boyunca daha fazla silahlandıklarını ve örgütlendiklerini itiraf etmişlerdir. Ateşkes, PKK için daima daha fazla silahlanıp organize olmak için fırsat olmuştur. |
Bu korku
hakimiyetinin dehşet verici sonuçları 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrasında
görülmüş, Kuzeydoğu Anadolu'ya kadar bütün doğu KCK'nın hakimiyetine teslim
edilmiştir. Güneydoğu'ya artık neredeyse tamamen hakim olan bu korkunç
yapılanma, Batı'ya, metropol şehirlere ve Türkiye'nin en büyük üniversitelerine
dahi sıçramış durumdadır. İstanbul, İzmir ve diğer Batı şehirlerinde ülkücü
gençler göz göre göre PKK'lılar tarafından şehit edilmekte, ODTÜ, İstanbul ve
Ankara üniversitelerinde terör örgütünün pankartları rahatça açılır hale
gelmektedir.
Sokaklarda roketatarlarla gezme pervasızlığını gösteren PKK'lı teröristler, halk üzerinde korku imparatorluğu kurma ve Türkiye sokaklarını ele geçirdiklerini gösterme azminde olmuşlardır. |
Özellikle
Güneydoğu'da, sözde çözüm süreci devam ederken, başta inşaat, sağlık, tekstil,
sebze hali, eğlence sektörü olmak üzere birçok ekonomik alanda terör örgütü
temsilcilerinin oldukça zenginleştiği, söz konusu pek çok sektörü tekellerine
aldıkları bilinmektedir. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü'nün özel Diyarbakır
raporunda bu durum şu şekilde ifade edilmiştir:
Söz konusu
yükselişte PKK'nın silahlı faaliyetlerinin, KCK'nın lobi faaliyetlerinin, örgüt
denetiminde yürütülen uyuşturucu gelirlerinden kaynaklı kara paranın ve
belediyelerin hukuku silah olarak kullanmasının belirleyici rol oynadığını
ifade edebiliriz.101
Bölgedeki ekonomik
hakimiyet de her konuda olduğu gibi baskıyla elde edilmiştir. Terör örgütünün
baskılarına boyun eğmemekte direnen iş adamları ise, ciddi hayati tehdit
altında yaşamakta ve işleri tehlikeye girmektedir. Sıklıkla basında yer alan
baraj inşaatlarında çalışanların şehit edilmeleri veya kaçırılmaları, iş
makinelerinin yakılması, şantiyelerin basılması, adam kaçırma, yol kesme
olaylarının temel sebebi budur.
Bu süreç içinde PKK,
KCK denetiminde yüzlerce okul, dershane ve yurt yakmıştır. Yüzlerce korucu
şehit veya gazi edilmiş; kaymakamlar, askerler, doktorlar, öğretmenler
kaçırılmış; baraj ve kalekol yapımları engellenmiştir. PKK'nın Hakkâri,
Beytüşşebap, Cizre, Siirt, İdil, Bingöl ve Bitlis'te silah dağıtılmadık ev
bırakmadığı istihbaratına ulaşılmıştır. Bölgede Türk Bayrağı yerine PKK
paçavraları her yere asılmaya başlanmıştır. Örgüt, milis timlerine (YDG-H)
20.000 Kalaşnikof dağıtmış, YDG-H tim komutanlarına Glock marka tabancalar
verilmiştir. Örgütün 2014 sonu ve 2015 başı itibariyle, yani sözde çözüm
sürecinin devam ettiği toplam beş aylık süre içindeki eylemleri, güvenlik
birimlerince derlenmiş, buna göre PKK söz konusu 5 ay içinde 1190 toplumsal
olay gerçekleştirmiştir. Zaten bilindiği gibi, bazı kesimler tarafından silah
bırakması beklenen PKK, genel seçimlerin hemen ardından kahpe eylemlerine
tekrar başlamış, polisimize, askerimize hain pusular kurmuştur.
Çatışmaların
başlamasının ardından ise YDG-H'den şu itiraf gelmiştir: "Barış müzakerelerinin düşeceğini biliyorduk o yüzden müzakereler
sırasında büyümeye ve örgütlenmeye devam ettik". Wall Street Journal
gazetesine konuşan YDG-H'liler de şu vahim açıklamayı yapmışlardır: "Bizden çok var, neredeyse Türkiye'nin
her şehrinde örgütlendik".102
Ak Parti Genel
Başkan Başdanışmanı Hüseyin Çelik'in 13 Aralık 2013'te yaptığı bir konuşmada, “2009 seçimlerini BDP kazanmadı. PKK ve KCK
kazandı. Ama demokratik yollarla kazanmadılar. Tehditle kazandılar. O seçime
örgüt çok asıldı. Asılma da şöyle oldu: AK Parti seçmenlerinin, bırakın
seçmenlerini parti üyelerinin, sandık görevlilerinin, apartman görevlilerinin
seçime gitmesini zorla, silah zoruyla, tehditle engellediler. Direkt Kandil'den
açılan telefonlarla üyelerimiz, görevlilerimiz tehdit edildi. 45 bin Van
yerlisini, AK Parti'ye oy verecek seçmeni korkutarak, tehdit ederek sandığa
göndermediler. Bir üyemiz bunlara kulak asmadığı için otomobili yakıldı. Van'ı
kaybetmemizin nedeni budur. KCK'dır.”103 sözleri durumun vahametini ortaya koymaktadır.
Bu sahte komünist
devlet yapılanması, kahpeliğe alışkın bir terör örgütünün elinde olduğu ve bu
örgüt sinsice vurmayı yöntem olarak edindiği için, buradaki hakimiyetini de
yine korku ve dehşet salarak gerçekleştirmeyi başarmaktadır. Güneydoğu halkı,
çok ciddi bir baskı ve tehdit altında yaşarken, ana akım medyamız çoğunlukla bu
gerçeklere ilgisiz kalmakta, çözüm sürecinin devam etmesi adına, Öcalan ve PKK
propagandası yapan kişi ve açıklamaları ön plana çıkarmaktadır. Kandil'e gidip
teröristlerin yaşamlarını bir peri masalıymışçasına hikayeleştiren, hatta
onları kahramanlaştıran bir kısım yazarlara itibar etmektedirler.
PKK'nın silah
bırakmayacağı, aksine daha fazla güçlenip, daha fazla silahlanacağı, şehirlere
yığınaklar yapacağı, sinsi şekilde şehirlerde hakimiyet kuracağı ve bunun
ardından komünist ideolojinin bir gereği olarak çatışma ortamına geri dönüp
kahpe silahını yine bizim insanımıza yönelteceği ateşkes süreci boyunca sürekli
dikkat çektiğimiz ve uyardığımız bir konuydu. Bu uyarıyı yapmıştık çünkü
PKK'nın ideolojisi gereği hiçbir zaman ateşkes ve barış gibi bir şeyi kabul
etmeyeceği, Türk Devleti yıkılana kadar komünist devlet idealine şiddet yoluyla
devam edeceği aşikardır. Ne zaman ki –Allah esirgesin– Türkiye'den toprak
alınır ve komünist devlet inşa edilir; asıl o zaman terör bir kabus gibi
çökecek, tüm dünyayı adeta bir ölüm çukuruna dönüştürecektir.
PKK asla silah
bırakmadı ve bırakmaz !
Silah; Stalinizm'in
tek güç kaynağıdır. Stalin, silah vesilesiyle kitleler üzerinde etkili olmuştur.
Sovyet Rusya'ya, Çin'e, Kamboçya'ya komünizm silah zoruyla hakim edilmiştir.
Stalinizm, silahsız bir hiçtir.
PKK, Marksist,
Leninist, Stalinist bir terör örgütüdür. Silah ise, varlığının dayanak
noktasıdır. Şu anki gücünü sadece silah ile kazanmıştır. Batı üzerindeki
varlığını silah ile göstermiştir. Dolayısıyla PKK, Leninist ve Stalinist bir
parti olarak sahip olduğu tüm imkanları şimdiye kadar hep silah ile temin
edebilmiştir. Silahsız yok olacağını, silahsız hiçbir otoriteye dayatmada
bulanamayacağını gayet iyi bilmektedir. Dolayısıyla PKK ASLA SİLAH BIRAKMAZ!
PKK, hiçbir zaman silah bırakmadı ve ideolojisi çökertilmedikçe de bırakmayacaktır. Tarihte komünist diktalar hakimiyetlerini daima silah ile elde etmişlerdir. PKK'nın da şehirlere inebilmesinin, Avrupa tarafından muhatap kabul edilmesinin tek nedeni elindeki silahtır. |
Çözüm süreci adı
verilen süreç dahilinde Öcalan'ın PKK'ya silah bırakmak amacıyla olağanüstü
kongre toplama çağrısı, yurt içinde ve yurt dışında bir kısım kişiler
tarafından sevinçle karşılanmış olsa da olayın aslının bu olmadığına şu an
herkes şahit olmuştur. PKK, tarihi boyunca hiçbir silah bırakma taahhüdüne
uymamıştır, uymaz da.
20 Mart 1993'de, PKK
ilk tek taraflı ateşkes ilanını yapmıştır. Alınan ateşkes kararı, sürenin
dolmasının ardından 2 ay daha uzatılmış fakat buna hiçbir zaman riayet
edilmemiştir. Sözde ateşkesin olduğu 1993 yılında PKK'nın terör eylemleri
yüzünden 715 resmi görevli, 1479 sivil vatandaşımız hayatını kaybetmiştir.
1 Eylül 1998'de ise
Dünya Barış Günü dolayısıyla terör örgütü PKK bir kez daha ateşkes ilan
ettiğini duyurmuştur. 1998'deki sözde ateşkes ise yaklaşık 500 kişinin şehit
olduğu bir dönemdir.
1 Eylül 1999'da bu
sefer Öcalan İmralı'dan PKK'ya silahları bırakma çağrısı yapmıştır. Ancak,
Haziran 2004'de "talepleri yerine getirilmediği" bahanesiyle PKK
yeniden silahlı eylemlere başlamış oysa aslında silahları hiçbir zaman
bırakmamıştır.
1999-2004 arasındaki
sözde silahların bırakıldığı dönemde şehit sayısı ise resmi rakamlara göre 604
kişidir.
1 Ekim 2006'da beşinci
kez ateşkes ilan eden terör örgütü PKK, askeri operasyonların devam etmesini
gerekçe göstererek ateşkesi bir süre sonra yine sona erdirmiştir.
KCK, 13 Nisan
2009'da "meşru savunma" temelinde tekrar ateşkes kararı aldığını
açıklamış, fakat 2009'dan bu yana PKK tarafından sayısız eylem yapılmış, sözde
ateşkesin olduğu bu dönemde 134 kişi şehit olmuştur.
PKK'nın asla silah
bırakmayacağı PKK, KCK yöneticileri tarafından da defalarca dile getirilmiş,
HDP yöneticileri de bu konuda fikir vermekten geri kalmamışlardır.
Örneğin, KCK'nın
Kandil'deki yöneticisi Sabri Ok: “...
Çıkış gerekçemiz ortada dururken böyle bir silahsızlanma mümkün olamaz ve
gerçeğimize aykırıdır... Hareketimizin gündeminde silahsızlandırma ve silahlı
güçlerimizin bir yerlere çekilmesi gibi bir şey kesinlikle yoktur... Bu
koşullarda silahsızlanmayı tartışmak Kürtlerin iradesine saygısızlıktır...
Önder Öcalan özgürleşip bizzat gerillayla görüşmeden bu tür şeyler
tartışılamaz. Gerilla da hiçbir biçimde silah bırakmaz...”104 demiştir.
KCK yürütme konseyi
üyesi Duran Kalkan: "Gerillaya da
silah bırak çağrısını hiç anlamlı ve ciddi bulmuyoruz, bunu tartışmak bile
istemiyoruz. Gerilla silah bırakmaz.” ve "Ancak Öcalan'ın özgürlüğünü de öngören bir genel af çıkarılırsa,
o zaman PKK silah bırakmayı değil de ateşkes ilan etmeyi düşünebilir, ama
silahı bırakmayı değil. Gerilla silah bırakmaz.” açıklamalarında
bulunmuştur.
Leyla Zana, "Artık silahlı mücadele bir noktaya
geldi. Ben silahların bırakılmasını asla tartışmıyorum. O Kürtlerin
sigortasıdır. Bu sorun var olduğu müddetçe o silahlar Kürtlerin
güvencesidir" diyerek silah bırakmanın imkansız olduğunu dile
getirmiştir.
Terör örgütü KCK
Yürütme Konseyi Başkanı Cemil Bayık ise: "Silah
bırakmak demek, teslim olmak demektir. Ölüm demektir. Hiç kimse bizden bunu
isteyemez. Bırakalım silah teslim etmeyi, geri çekilme bile olamaz."
demiştir.
Terör elebaşı Cemil
Bayık, İMC TV'ye verdiği röportajda ise, "Öcalan
gelip kongreye katılmadan PKK, silah bırakmaz" diyerek aslında bir
bakıma PKK'nın hiçbir zaman silah bırakmayacağını açıkça dile getirmiştir.
PKK yöneticilerinden
Murat Karayılan, PKK'nın silahsızlanması için gereken şartı açıklarken, "Öcalan zindanda olduğu müddetçe silah
bırakma talimatı verse bile gerilla yerine getirmez" ifadelerini
kullanmıştır.
Açıkça görülebildiği
gibi, çözüm süreci adı altında sözde ateşkes devam ettiği zamanlarda bile
PKK'nın silah bırakmasının imkansızlığı PKK yöneticileri tarafından da açıkça
dile getirilmiştir. Nitekim bu dönemde PKK, geçtiğimiz yıllarda yaptığı gibi
silah bırakma taahhüdünü yerine getiremediğini çünkü IŞİD gibi Suriye ve
Irak'taki diğer tehdit faktörlerinin var olduğunu öne sürmüştür. Bu arada
Kobani gibi bazı bölgelere gerçekleştirilen saldırıları kendileri için bir
bahane olarak kullanmış ve sürekli olarak Batı'dan silah talep etmişlerdir. Bu
talepler karşılanmış ve PKK, sınır ötesinde, Türk askerine karşı kullanacağı
yeni mühimmatlar elde etmiş, şimdi de o silahları Türk askerine yöneltmiştir.
Gerçekte ise elden çıkarmak istedikleri eski metruk silahlar yenileriyle
değiştirilmiştir. Dolayısıyla PKK'nın silah bırakma hikayesi bu defa da sadece
bir göz boyamadan ibaret olmuştur. Bunu da ilk fırsatta göstermiştir.
PKK, her ateşkes döneminde daha fazla silahlanmış, daha güçlenmiştir. Silah bırakma söylemleri PKK için, metruk silahları elden çıkarıp modern silahlarla kuşanma anlamına gelmektedir. Şiddeti esas alan komünist terörizmin silahı terk etmesi mümkün değildir. |
Bu konuda Mao'nun
"Ateşkes barışın değil savaşın
taktiğidir" sözlerini hatırlatan PKK eski kurucu üyelerinden Şemdin
Sakık'ın açıklamaları önemlidir:
Ateşkes bir
savaş taktiğidir. Tarih boyunca ortaya çıkan büyük ya da küçük, düzenli ya da
düzensiz, gizli ya da açık savaşların tümünde sayısız faktörlerden dolayı,
taraflar belli aralıklarla ateşkes taktiğine başvurmak zorunda kalırlar. Çünkü
bu taktik taraflardan birisinin ya da her ikisinin ihtiyaç duyduğu bir moladır.
Sakık şöyle devam
ediyor:
Örgüt; her
ateşkes ilan ettiğinde bunu barış için, sorunların diyalog yoluyla çözümü için
yaptığını halka duyurdu. Ama pratik gerçeklik bunun tam tersi istikamette
gelişti. Her ateşkes sonrasında silahlı militanların eğitimi,
silahlandırılmaları, gerekli alanlara kaydırılmaları, mevzilendirilmeleri,
belli faaliyetleri ve planlamaları yoğunluk kazandı. Yani her ateşkes aslında
barış için değil, kesin olarak daha gür, daha yaygın ve daha yakıcı, daha
yıkıcı bir ateş gücü için kullanıldı. Ve dikkat edilirse her ateşkes sonrasında
daha şiddetli çatışmaların, daha büyük çaplı eylemlerin ortaya çıktığı
görülecektir.105
Nitekim Sakık, bunun
en önemli örneği olarak, 1980 darbesi sonrasındaki geri çekilmeyi vermektedir:
Leninist bir terör örgütünün ideolojisine karşı bilimsel bir çalışma yapılmadıkça, o örgütün silah bırakacağını ummak sadece oyuna gelmektir. |
12 Eylül 1980
askeri darbesinin operasyonlarına dayanamayan bizler silahlarımızı toprağa
gömerek ya da satarak küçük gruplar halinde Suriye'ye ve oradan da Lübnan'a
geçtik. Türkiye topraklarında bir tek militan kalmayana dek yurtdışına çekilme
devam etti. Bu geri çekilme hem de silahsız olarak gerçekleşti.
Hedeflediğimiz
yere ulaşır ulaşmaz Türkiye'de bıraktığımız tabancalar yerine kaleşlerle
(kalaşnikof) kuşandık. Çünkü gittiğimiz Lübnan gerçek anlamıyla bir silah
deposuydu. Her yer, en gelişmiş silahlarla doluydu. Bu alanda silah bulmak, hem
de fazlasıyla silah bulmak hiç zor değildi. Bakkaldan ekmek peynir almak kadar
kolaydı.
12 Eylül
operasyonlarından kaçarak gittiğimiz Lübnan'da istediğimiz kadar silahlandık,
ihtiyacımız kadar askeri ve siyasi eğitim aldık, ilk kez burada askeri
örgütlenmenin bütün kurallarını yaşamımıza uyarlamaya başladık. İki yıl kadar
kaldığımız Filistin kamplarında fiziki olarak da toparlandık ve ardından
gruplar halinde Türkiye'ye döndük.
Bu yurtdışına
çekilerek yaptığımız askeri ve örgütsel hazırlıklar sayesinde 15 Ağustos
eylemlerini gerçekleştirdik. Eski silahları toprağa gömmek bizi daha güçlü
silahlara, bir süre silahlı mücadele alanını terk etmek ise bizi daha güçlü bir
savaşa kavuşturdu.106
Bu önemli itirafa
dikkat vermek gerekmektedir. Silahları bırakarak geri çekilen bir örgüt
görünümü, tarihin her safhasında bir göz boyama olmuştur. Sakık'ın itirafında
da belirttiği gibi bu geri çekilmeler hep örgütün toparlanması, dinlenmesi ve
eğitim görmesi için gerçekleştirilmiş; silahlar, daha güçlü silahlara sahip
olmak için bırakılmıştır. Ardından Türkiye Devleti, hep daha ürkütücü
saldırılarla karşı karşıya gelmiştir. Şu anda da olan budur. Bunun sebebi
açıktır: PKK'yı tümüyle yok edecek olan yöntem denenmemekte, Leninist
ideolojiye karşı hiçbir bilimsel çalışma yapılmamakta, "silah
bırakacaklar" söylentisiyle halk rehavete sürüklenmektedir. PKK, bu
rehavet ortamından çok faydalanmıştır, şu anda da faydalanmaktadır.
Nitekim Sakık,
örgütün çözüm süreci bahanesiyle son iki yıldan fazla süre boyunca dilinde olan
geri çekilme ve silah bırakma söylemlerini şu şekilde tasvir etmektedir:
Örgüt yurt
dışına çekilmedi, sadece her zaman yaptığı gibi bazı ağırlıklarını gönderdi,
gönderdiği grupların görüntülerini medyaya servis ederek 'Geri çekiliyoruz'
algısı oluşturmaya çalıştı. Yani militanlar açısından bakıldığında, 'Bu yıl ne
Türkiye'ye girdiler ne de Türkiye'den çıktılar' tespiti en doğrusudur.107
Kitleleri
kendilerine bağımlı kılabilmek ve devlet yapılanmalarını ortadan kaldırabilmek
için komünistler daima terörü kullanmışlardır. Terörden hiçbir zaman
vazgeçmeyeceklerine göre, silahtan da vazgeçmeyeceklerdir. Dolayısıyla önümüzde
PKK'nın tümüyle silah bırakacağını ümit edip zihinlerinde sahte bir barış
senaryosu oluşturanlar boşuna heveslenmişlerdir. Katilin zihniyetini düzeltmek
adına bir şey yapılmadıktan sonra, elinde silahın durması veya durmaması önemli
değildir. O mutlaka silaha ulaşacaktır. Katilin zihniyetini yok etmeyip sadece
silahı yok etme fikri kendini aldatmaktan ibarettir.
PKK'da iç infazlar
PKK, kendi silah
gücünü kendi insanlarına karşı da bir tehdit olarak tutmaktadır. Günümüzde pek
çok kişinin şiddetli korku dolayısıyla PKK'ya destek vermek zorunda kaldığı
unutulmamalıdır. Bu korkunun tek kaynağı silahtır. Nitekim PKK içinde silaha
dayalı korkutma politikası oldukça güçlü işlemekte ve korkunç infazlarla
örgütün içinde bir korku imparatorluğu hüküm sürmektedir. Şüpheli kişiler ya da
şüpheli olarak lanse edilen kişiler, "önderliğin" emri üzerine diğer
örgüt üyelerinin karşısında silahla kurşuna dizilerek, ailelerinin yanında
vurularak, toprağa gömülüp başından kurşunlanarak, bazıları ise üzerlerine asit
dökülerek katledilmektedirler. Kimi zaman casusluk, kimi zaman itaatsizlik,
kimi zaman kurallara uymama gibi suçlamalarla gerçekleşen bu infazların sayısı
ise şimdiye kadar hiçbir terör örgütünde rastlanmamış şekilde fazladır. İbrahim
Güçlü ve Kemal Burkay gibi önemli Kürt siyasetçiler, PKK'nın iç infazlarıyla
şimdiye dek 15-17 bin Kürd'ün katledildiğini bildirmektedir. Burkay'ın konuyla
ilgili açıklamaları şöyledir:
PKK, kendi
içindeki farklı sesleri susturmak için de eşine rastlanmaz bir terör uyguladı;
insanları tutukladı, işkence etti, kurşuna dizdi; Bekaa ve Güney Kürdistan'daki
üslerini ölüm tarlalarına çevirdi. Bunun yanı sıra yurt dışında da örgütten
ayrılan, ya da ters düşen pek çok kadroyu katletti. Bu şekilde, Kürt halkının
özgürlüğü için, güçlü yurtsever duygularla köylerinden ve okullarından kopup
gelen bu gencecik insanların yüzlercesi ve binlercesi PKK'nın bu acımasız çarkı
tarafından keyfi nedenlerle yok edildi.108
Yine, İbrahim
Güçlü'nün TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'na verdiği bilgilere göre PKK'nın
infaz ettiği 17 bin Kürdün bir kısmı PKK'nın ve Öcalan'ın kendisine rakip
gördüğü PKK'lılardır. Güçlü, "Kürt örgütlerine karşı infaz ve iç
infaz" başlığı altında verdiği ifadelerde, Öcalan'ın bu infazlar için
"Öldürelim, otorite olalım"
dediğini de belirtmiştir.
PKK kurucularından
Şemdin Sakık'ın bildirdiğine göre PKK'da iç infazlara karar verenler, Abdullah
Öcalan, Cemil Bayık, Murat Karayılan ve Sabri Ok dörtlüsünden başkası değildir.
Hele hele infaz edilmesi gerekenler üst düzey yönetici veya örgüt kurucuları
iseler, bu infaza karar veren tek yetkili Öcalan'dır.109
PKK'nin Kurucu Kadrosundaydi! PKK'nın kurucu kadrosunda bulunan Mehmet Şener ve nişanlısı Sakine Cansız PKK liderlerinin emriyle infaz edilmişlerdir. |
Sakık'ın
itiraflarında yer alan detaylar ciddi anlamda tüyler ürperticidir.
Açıklamalarda görüleceği gibi, PKK iç infazları için militanın hainlikle
suçlanmasına gerek duyulmamakta, sırf ölü bir militan yaralı olana tercih
edildiği için infazlar yapılmaktadır:
...onlarca
militanın vurulmasını bir militanın kaçmasına tercih ettik. Çünkü ölenler
örgüte zarar değil yarar sağlıyorlardı. Kardeşleri, aileleri, akrabaları örgüte
bağlanıyordu. İşte bu yıkıcı etkiden dolayıdır ki; 1992 yılında; şu anda
örgütün lider kadrolarından olan Cemil Bayık, sırf güvenlik kuvvetlerinin eline
geçmesinler diye; 17 yaralı militanı Haftanin Vadisi'nin bir mağarasında
kurşuna dizdirdi. Dahası militanların sağ ele geçmemeleri örgüt politikasıydı
ve böylesi olaylar oldukça yoğun yaşandı. Çünkü ölüm kazanım, karşı tarafın
eline düşmek kayıp olarak görülüyordu. Yaralıların bile Devletin eline
geçmesine tahammül edilmiyordu. Örgüte göre işlenebilecek en büyük suç canlı olarak
Devletin eline düşmek ve üstelik ceza indiriminden yararlanmaktı. 110
Derin Sol kitabının
yazarı Hakkı Öznur, eserinde terör örgütü PKK'nın lideri Öcalan'ın, Şahin
Dönmez'den, Mehmet Şener'e (Mehmet Şener, Paris'te öldürülen Sakine Cansız'ın
nişanlısıydı), yüze yakın PKK kurucu ve Merkez Komite üyesi ile binlerce
militanı, hep aynı klasik "hain", "önderliğe karşı geldi",
"ajan provokatör", "casus" gibi suçlamalarla infaz
ettirdiğini açıklamıştır.
PKK'nın kurucu
üyelerinden Ali Ömürcan, Lübnan'da Cemil Bayık tarafından sorgulanarak idam
edilmiş, PKK'nın III. Kongresi'nde genel sekreter birinci yardımcılığına
getirilen Halil Kaya, Öcalan'ın talimatıyla kurşuna dizilmiştir.
PKK'nın kuruluş
aşamasında yer alan Kani Yılmaz (Faysal Dumlayıcı), Öcalan yakalandığında
Avrupa'da yer bulamamasının sorumlusu olarak gösterilmiş ve iki PKK teröristice
aracına yerleştirilen bomba ile 10 Şubat 2006'da öldürülmüştür. Örgütün kurucu
isimlerinden olan ve Erzincan-Tunceli sorumluluğu yapan Yıldırım Merkit,
ajan-işbirlikçi ilan edilmiş ve Romanya'da uğradığı silahlı saldırı sonucu
öldürülmüştür. PKK'nın kurucularından olan Ordulu Haki Karer'in zaman zaman öne
çıkması Öcalan'ı rahatsız etmiş ve Karer, 18 Mayıs 1977'de, Gaziantep'te bir
kahvehanede şüpheli bir şekilde vurulmuştur. PKK Avrupa Sorumlusu Çetin Güngör,
örgütün kongresinde yöneticilerin faaliyetlerini eleştirmiş ve ajan olduğu
gerekçesiyle 1984'te Stockholm'de öldürülmüştür. 12 Eylül darbesinde yakalanıp
11 yıl Diyarbakır Cezaevi'nde kaldıktan sonra tahliye olan Ali Rıza kod adlı
Mehmet Çimen, Almanya'da üst kademeyle görüş ayrılığına düşmüş ve Suriye'ye
çağırılmıştır. Örgüt kararıyla banyo küvetinde üzerine asit dökülerek infaz
edilmiştir.
10 Kasım 2014’te Cizre'de PKK tarafından sokak ortasında infaz edilen Abdullah Budak |
PKK, 12 Eylül
öncesinde sosyalist Kürt örgütlerinin militanlarını da öldürmüştür. PKK böylece
yine Kürtlerden oluşan Özgürlük Yolu, Tekoşin, TKP, Beş Parçacı Grubu, KUK,
Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği, Halkın Yolu, TİKP-Aydınlık, TİKKO, Dev-Yol,
Kurtuluş Hareketi gibi tüm örgüt yapılanmalarını katliamlarla yok etmiştir.
PKK üyeliğinden 10
yıl cezaevinde kalan Aytekin Yılmaz, örgüt içi infazları anlattığı Yoldaşını Öldürmek adlı kitabında, bu
cinayetlerin PKK mensupları tarafından halay çekilerek kutlandığını
anlatmıştır. Yılmaz, "Ben iki olayda
halay çekildiğini gördüm. Biri 1990'lı yıllarda gerillalar (PKK mensupları)
karakol basıp 20-30 askeri öldürdüğündeydi. Bana korkunç gelirdi. İkinci halay
da yoldaşlarını öldürdükten sonra çekilen halaydı. Bir de üstüne koğuşlara
tatlı dağıtırlardı. Öldürdükleri insan dün arkadaşlarıyken bunu yaptılar!
İnanabiliyor musun bunlara?"
111 diyerek PKK'nın nasıl
vahşi bir oluşum olduğunu dile getirmiştir.
İsmail Beşikçi ise
PKK tarafından iç infazlarda öldürülen insanların ve yakınlarının durumunu
şöyle anlatır:
PKK içinde,
Mehmet Şener gibi yüzlerce infaz var... Oğulları, kızları kendi arkadaşları
tarafından, PKK tarafından infaz edilenler ise bir sessizliğe gömülmüş,
hayattan tamamen kopmuşlardır. Bu aileler için başvurulacak bir makam yoktur... 112
10 Kasım 2014'te
Cizre'de sokak ortasında vurulan Abdullah Budak'ın öldürülmesini, PKK'nın
gençlik ve sözde asayiş birimi üstlenmiştir. Terör örgütü bu infazı ajanlık
suçlamasıyla yaptıklarını belirtmiştir. İşte bu infaz gibi on binlerce cinayet
işleyen terör örgütü bölgeyi kana bulamaktadır. Bu infazlar sürekli devam
etmekte, bölgede her gün bu vahşet Kürt halkına yaşatılmaktadır.
PKK, Öcalan'ın
vahşet politikalarına karşı çıkan Mehmet Turan, Murat Bayraklı, Abdullah
Kumral, Dilaver Yıldırım, Avukat Mahmut Bilgili, Mehmet Çimen, Resul Altınok,
Sakine Cansız gibi birçok Kürd'ü de katletmiştir.
Açıkça görülebildiği
gibi PKK'nın elindeki silah, kendi militanlarına da çevrilmiş durumdadır. Pek
çok militan, bu korkunç baskının esiri konumundadır. Bu durum, PKK'nın asla
silahtan vazgeçmeyeceğinin de bir başka delilidir. PKK silahı bıraktığı
takdirde Türk Devletine karşı tüm kozlarını kaybettiği gibi, kendi
militanlarını da kaybedeceğini çok iyi bilmektedir.
Dipnotlar
74. http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/kisanak-petrolden-pay-istiyoruz
75. Ümit Özdağ, PKK ile Pazarlık, Kripto Yayıncılık, 2013, s. 252
76. http://www.zaman.com.tr/politika_ pkk-ozerklik-ilan-ediyor_2200699.html
77. Cemal Temizöz, Siyasallaşan PKK Terörü, Togan Yayınları, Bakırköy, Şubat 2012, s. 531
78. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Özel rapor, PKK'nın kontrolündeki Diyarbakır, Eylül 2013, s. 4
79. A.g.e. s. 4
80. Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) Analiz, KCK Örgütlenme Modeli ve Amacı, Temmuz 2011, s. 12
81. Carl J. Friedrich ve Zbigniew K. Brzezinski'nin ‘Totaliter Diktatörlük ve Otokrasi' - Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) Analiz, KCK Örgütlenme Modeli ve Amacı, Temmuz 2011, s. 12
82. Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) Analiz, KCK Örgütlenme Modeli ve Amacı, Temmuz 2011, s. 15
83. http://gundem.bugun.com.tr/m/NewsDetail.aspx?id=125783
84. Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) Analiz, KCK Örgütlenme Modeli ve Amacı, Temmuz 2011, s. 29
85. Tuğçe Tatari, Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da değildim, Doğan Kitap, 2015, s. 179
86. Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) Analiz, KCK Örgütlenme Modeli ve Amacı, Temmuz 2011, s. 29
87. Gerek yok ki… Ahmet Altan, Taraf Gazetesi 22 Ekim 2011, http://www.taraf.com. tr/yazilar/ahmet-altan/gerek-yok-ki/ 18259/
88. Burhan Semiz, KCK'nın Din Stratejisi, Karakutu Yayınları, 2013, s. 203
89. Burhan Semiz, PKK ve KCK'nın Din Stratejisi, s. 201-204
90. http://www.sabah.com.tr/Gundem/ 2011/12/25/ocalan-peygamber-evi-kabe#
91. http://www.dogruhaber.com.tr/Haber/ Ocalani-Peygamber-ilan-ettiler-122778. html
92. http://www.serxwebun.org/index. php?sys=naverok&id=63
93 http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/karma-egitim-cinsel-gelisim-82967
94. http://www.ensonhaber.com/kck-osman-baydemiri-aglatti-2012-04-20.html
95. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ murat_yetkin/kurt_sureci_secim_ikileminde-1221690
96. Abdullah Öcalan, Demokratik Uygulamalar Manifestosu, V. Kitap, 2013 s.16
97. http://tr.wikisource.org/wiki/KCK_S %C3%B6zle%C5%9Fmesi
98. http://haber.star.com.tr/yazar/mardin-kantonundan-yaziyorum/yazi-1029450
99. http://www.dirilispostasi.com/orgut-uc-bin-cocugu-kacirdi/
100.http://haber.star.com.tr/yazar/secim-sahasindan-bildiriyorum/yazi-1025861
101. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Özel rapor, PKK'nın kontrolündeki Diyarbakır, Eylül 2013, s. 5
102. http://www.wsj.com/articles/urban-warfare-escalates-in-turkeys-kurdish-majority-southeast-1440024103
103. http://www.haberturk.com/yazarlar/ fatih-altayli/902652-eski-turkiyeye-donus
104. http://www.milliyet.com.tr/sabri-ok-silahsizlanma-gundem-1973869/
105. Şemdin Sakık, Çözüm Süreci, Alter Yayınları, 2014, s. 100-103
106. A.g.e. s. 116-117
107. A.g.e. s. 117
108. http://www.milliyet.com.tr/kemal-burkay-in-bu-aciklmalari-pkk-yi-cileden-cikaracak/siyaset/siyasetdetay/27.02. 2012/1508468/default.htm
109. Şemdin Sakık, Çözüm Süreci, Alter Yayınları, 2014, s. 73-74
110. A.g.e. s. 172
111. http://t24.com.tr/haber/pkk-dhkp-c-tikko-yoldaslarini-nasil-oldurduler, 267458
112. http://t24.com.tr/haber/pkk-dhkp-c-tikko-yoldaslarini-nasil-oldurduler, 267458
Yorumlar
Yorum Gönder